18 Mayıs 2007 Cuma

WHY I AM NOT A LİBERAL-DEMOCRAT

NEDEN LİBERAL-DEMOKRAT DEĞİLİM?


“Baylar! İçinde yaşadığımız anarşi ortamında toplumun önceki kadar başarılı olduğunu görüyorsunuz. [Parlamentodaki]Tartışmalarımız çok uzaması halinde, halkın biz olmadan da işlerini kolayca yürütebileceğini düşünmemesi için, dikkatli olunuz. ” Benjamin Franklin


Liberal Demokrat değilim, çünkü demokrasiye inanmıyorum. Demokrasiye inanmıyorum, çünkü demokrasinin büyük bir yutturmacadan ibaret olduğunu biliyorum. Demokrasi, bireyin, halk’ın kayıtsız şartsız egemenlik kırbacı ile her an sopaladığı zorbalık düzenidir. Demokrasi bir yönetim şekli olarak, bireyi yönetme şeklidir. Yönetmek, müdahale etmektir.

Liberal Demokrasi müdahaleye karşı bir düzen ise; yönetmeye talip olarak Liberalizm, müdahaleyi geçerli kılmıyor mu? Bu yüzden Liberal Demokrasi, bizi, diğer ideolojilerden daha yumuşak yönetmiş olmakla bizi yönetmekten vazgeçmiyor ki, önemli olan nasıl ve ne şekilde yönetilmek değil, bir şekilde yönetiliyor oluşumuzdur. ‘En iyi yönetimin, en az yönetim’ olduğunu söyleyen özgürlüğün büyük düşünürleri, niye hiç yönetmekten söz etmiyor. Çünkü yönetenler biliyorlar ki, hükümetin nüfuzunu kullanarak kitleyi istedikleri gibi parmaklarında oynatabilecekler. Her türlü çıkarları, keyfilikleri ve güvenlikleri için yönetmek, nihai otoritelerini ve statükolarını koruyacaktır. Kendi özgürlükleri ve çıkarları için yönetmek, yani ‘yasa aracılığıyla mevkii dağıtmak’. Bütün eşitsizliklerin en kötüsüdür.

Adalet ise otoritesini, kendisini oluşturan geleneklerden, insanların bir araya geldiği herhangi bir toplumdan veya kendisine cebri gücün yegane muhafızı ve kullanıcısı ilan eden devlet’in iradesinden yada parlamento’nun koyduğu takdirlerden yetkisini almaz. Adalet gücünü bireylerin özgür seçimlerinin başkalarının özgür seçimleri ile uyumlu olduğu yada uyumsuz olduğunda bireyin tercihlerini çıkarları doğrultusunda uyumlaştırdığı kendiliğinden doğan bir süreçle elde eder. Bu nedenle bireyin özgür tercihleri ve yaşam şekli, otoritenin ve buna benzer yükümlülük koyan her türlü güçten tamamen uzaktır. Herhangi bir insana veya insan topluluklarına, çoğunluk olsun yada olmasın, elzem olsun yada olmasın bir yasayı yada kanunu saymaları için itaat etmelerini emretmek veya insanları zorlamak, ancak tiranların işidir. Ve şu bilinmelidir ki; bizi kim yönetmeye kalkışırsa despotluğa da taliptir. Eğer biz, birisi veya birileri tarafından yönetilmeye rıza gösteriyor isek unutmayalım ki; köleliğe ve birisinin malı olmaya da rıza gösteriyoruzdur. Yönetilmek için rıza göstermek, efendiler yaratmaktır.

I
Tecavüzü, hırsızlığı, haksızlığı, sömürüyü ve dolandırıcılığı kökten yasaklamak, tecavüzü, hırsızlığı, haksızlığı, sömürüyü ve dolandırıcılığı ortadan kaldırmaz. Onları ortadan kaldıracak bizleriz, bizler ise özgür tercihlerimizle donatılmış, akıllı, mantıklı, arzulu ve çıkarcılarız. Biz neyi desteklersek, o ortaya çıkar. Biz neyi tercih edersek, karşımızda o olur. Piyasaya güvenmek böyle bir şeydir. Çünkü piyasa, ufak bir tereddütte, bir müdahalede veya iyiyi ortaya çıkarmak için yönetmeye kalktığımızda, piyasa özgürlüğünü ve adilliğini kaybeder. Doğal yollar ile dağıtılacak gerçek adalet yerine siyasal yolların dağıtacağı adalet ise bizi felakete sürükler. Yani merkezi güçün, tek erk’in ve tiranın keyfi düzenlemeleri ile karşı kalırız ki, bu durumda, bazılarının kayrıldığı ve desteklendiğine şahit oluruz. Siyasal yollar ile adalet dağıtmaya kalmak, yani, kanun yoluyla insanları idare etmeye yeltenmek, demokratik mücadelede yani parlamenter sistemde bir dolandırıcının diğeriyle yer değiştirmesiyle sonuçlanır. Bu da kanunların özünü; sahtekarların, dolandırıcıların, sömürücülerin ve hırsızların ahlakıyla eş duruma sokar ki zaten ‘Kanun Yoluyla Özgürlük’ sadece kanunla birlikte varolur. “‘Özgürlük’, kanun yoluyla varolur” demenin altında güçlü bir yönetme isteği yatar. Özgür irade yani ‘tercih eden birey, kanun olmadan varoluşunu gerçekleştiremez demenin’ altında ise despotluk açıkça kendini gösterir.
Demokrasi ister katılımcı olsun, ister çoğunluğun iradesi, ister azınlık haklarının tanındığı bir uzlaşma şekli olsun. Ne olursa olsun, demokrasi aslen bir yönetme şeklidir. Yönetmek, diğer insanlar üzerinde baskı kurmaktır. Demokrasinin baskısı, oylamadır. Genel oylama, zorbalığın resmileşmesi için yığınların anlık hiddetinden yararlanmaktır. Genel oylama, en çok dört(4) yada beş(5) yılda bir, zor kullanmanın yasallaşması için halkın onayına başvurmaktır. Bu başvuru sağduyunun gölgesinde yapılmaz, daha çok kendi kendine yetebilen sınıfların cezalandırılması için yapılır. Amerika Birleşik Devletleri eski Başkan Yardımcısı Adams’ın deyimiyle demokrasi: “Başka hiçbir mülkü olmayan insanlar, bütün sorunları bir oy çokluğuyla çözme gücünü ellerinde hissettikleri zaman, mülk sahibi olanlara saldırırlar hep; ta ki zarar gören mülk sahipleri bütün sabırlarını kaybedip, çok fazla gücü olanları alt etmek için tekrar kurnazlığa, numaraya ve hileye başvurana kadar. Zira bunların aksi halde direnilmesi gereken pek fazla yeteneği vardır.” Adams, burada sağlam bir temele dayanan demokrasi-karşıtlığını ifade ediyordu. Kısaca diyordu ki; Siyasetin, bütün yönetim politikalarının altında, ekonomik nedenler yatar. Çünkü, politika, cebri gücü kullanmakta tekeline alan devlet adlı örgütlü yağmalama grubuna, üreticileri ve girişimcileri tek taraflı soyma yetkisini vererek, zora ve zorbalığa imkan tanımıştır. Demokrasinin tek olumlu tarafı, bu yağmayı sürekli tutmak için halkı da bu yağma seline dahil etmesidir. Ülkenin tümüne yayılan sömürü ile ekonomik kaynaklar üzerindeki tahakküm aracı, fakir-zengin, soylu-alt tabaka, üretici ve tüketici demeden yağmalamayı kontrolsüz bir şekilde sürdürdü. Fakat, tek bir sınıf; yönetenler, bütün asalakların en kurnazı olduğunu gösterdi. Bu öyle büyük bir el çabukluğuydu ki, yönetilenlerin rızasını alarak, sadece belli bir süre hazinenin ve ganimetin tepesine oturuvermelerini sağladılar. Yönetenler, güç istençlerini öyle güzel pazarlamışlardı ki; genel oy ilkesiyle birlikte, yönetilenlerinde bir gün yağmanın kendilerini bulabileceğini umarak yaşamlarına imkan vermişti. Ne de olsa, o ülkenin vatandaşlığına sahip olan herkes, bir gün Cumhurbaşkanı ve Başbakan olabilirdi yada en azından muhtar…Thomas Jefferson’ın anıt ifadesiyle: “Şunu biliyorum ki, dünya üzerindeki bütün yönetimler insan zayıflığının bir izini, bozulma ve yozlaşmanın bir tohumunu taşırlar. İşte kurnazlık bu tohumu keşfeder, kötülük insafsızca açığa çıkar, yeşertir ve geliştirir.”

Goethe ünlü eseri Faust’da, “Bize, kendi kendimizin efendiliğini vermeden ruhumuzu özgürleştiren her şey felakete götürür”, derken ve hakikati söze dökerken acaba demokrasinin yönetim şeklini de düşünüyor muydu? Daha önce birer bireyken, asla yapmayı düşünmedikleri şeyleri, yönetmeye kalktıklarında bir doğa olayı gibi normal karşılamalarının altında hangi dürtüler gizliydi. Mesela; tren soyan haydutları her seferinde hapse sokmak isteyen bir insan, devletin başına geçince, başka ülkelerden gelen mallarla dolu gemileri, trenleri ve uçakları gümrükte bekleterek ve belli bir ücret karşılığında karşı tarafın mallarını teslim etmelerine izin vererek, aynı soygunu işlemiyorlar mı? Yada, özel cinayeti yasaklama yoluyla adaleti yerine getireceğini söyleyen bir yönetici, savaş kararı alarak genel cinayeti bir baş-komutanın iki dudakları arasına sıkışmış bir keyfi emre bırakmış olmuyor mu? Veya yalnız bir bireyken, hayatına ve malına hiçbir şey gelmemesi için canını dişine takarak karşı-koyan insan mantığı, hangi doğa-üstü güçle donanarak yönetmeye kalktığında, diğer kardeşlerinin mallarını ve canlarını, zorla vergi ve askere alma yoluyla talep ediyor, anlamak mümkün görünmüyor.
İnsanlar bütün bu kötülükleri bilmelerine rağmen neden bu durumu üretmeye ve şiddetini arttırarak değer kazandırmaya çalışıyor. İşte ‘Demokratik Leviathan’ın bütün gizemi buradan doğuyor. Çünkü, yönetmek, en güzel hakimiyettir. Hakimiyet en ideal mülkiyettir. En iyi özel mülkiyet, her şeyin ‘tatlı despotun’ yani, devlet başkanının kontrolünde olduğu güçtür. Bu öyle ulu bir güçtür ki; herkes kendi rızasıyla onu ve avenesini (partizanlarını) başlarına efendi atar. Ve işte bunun adı: Demokrasidir yada rıza yoluyla gönüllü kölelik.

II
Demokrasi en az kötü olan hükümet şekli değildir. Demokrasi herkese eşit davranma palavrası ile akıl yürütmeyi ve tercihte bulunma özgürlüğünü bireye bırakarak, kendi kendisinin gücünü başkalarına emanet etmesini sağlama yoluyla sinsi bir tirancılık oyunudur. Demokrasi, karmaşık seçim sistemiyle efendi atama kurumudur. Demokrasi ilginç formüller yoluyla yönetme, hükmetme, cezalandırma, insan eylemlerine sınır koyma ve insanı pasif-sakin vatandaşlara dönüştürme projesidir. Demokrasi, Devlet denilen sömürücü aygıta, insanın özgür iradesini elinden alarak kendi gücüne güç katma, vergi yoluyla servetine servet katma, zorla askere alarak topraklarına rant ve sınırlarına güvence altına alma yoludur. Demokrasi, devletin yaşamını uzatma ve meşruluk kazandırma sanatıdır.
Parlamenter sistemde insan onurunu standartlaştırmak adına yapılan her yasa ve bunun için kalkan her el doğruya ulaşmak için kaldırılmaz. Kalkan el, içten içe bireyin özgürlüğünü elinden alır, ekonomik anlamda görünmez el’e müdahaledir. Gizli oy, sandığa bırakılan her bir oyun, özgür iradenin çöpe atılması gibidir. Gizli oy, utangaçlığımızın, kaçamaklı davranışlarımızın ve yalanın belirsizliğe doğru sürüklenmesidir. Açık sayım ise yüzsüzlüğümüzün ve niyetlerimizin hilekarlığını ortaya dökmektir. Temsili meclislerin amacı barışçıl ve adil insanların partilere, gruplara ve mezheplere bölünmesini sağlar. Temsili meclisin bir diğer amacı ise bireyin tek başına hareket etme kabiliyetinin yitirilmesini sağlamaktır. Çünkü bir birey, temsili demokraside bir partiye, bir mezhebe, bir çıkar grubuna yada bir çoğunluğa bağlı değil ise, yaşam stilini ortaya çıkarma şansı çok zordur. Demokrasi bu açıdan devlete bir bağımlılık yaratır. Böylece Ulusal Meclis, her insanı kollektiviteye üye olmaya teşvik ederken, ulusun kendi içinde bölünmesine ve parçalanmasına yol açar. Gerçek oybirliği ancak insanın kendi kendisinin eylemlerinin peşinde gittiğinde gerçekleşebilir. O zamanda gerçekleşen sadece genel oy birliği değil, zorlamanın olmadığı gönüllü bir yaşam formudur.

Bir kişinin yönettiği bir yerden bahsederken, o yerin iyi yönetilemediğinden dem vuranlar, demokrasiyle birlikte halk egemenliğini savunurlar. Fakat halk egemenliği sözde bir kavramdır. Çünkü, hiç kimse kendi işlerini, demokrasi de kendisi yapamaz. Kendi işlerini otonom yapmaya kalkmak ise büyük bir suçtur. Oy vermemenin ceza olduğu bir yerde bunu düşünmek bile abesle iştigal etmektir. Demokrasi, aslında basit bir yönetim şeklidir. Tiranın tek olmadığı fakat tekmiş gibi davranan bir grup partizanın yönetimidir. En çok oy alanın yada bir çok çıkar grubunu kandırmayı başaranın başa geçtiği ve yönetmek için aldığı kararları, kendisini desteklemeyen yada oy vermeyenlere karşı buyruklar olarak yağdıran Devlet’in başı, böylece, kendisinden olmayanlara zulüm etmeye başlar. Bunu ister bilerek yapsın ister bilmeyerek, yönetmeye kalkmak, her şartta birilerinin hakkını ve adaletini hiçe saymaktır. Örneğin; Fakirlere yardım etmek için zorla toplanan vergiler, bazı bireylerin gelirlerine el koymayı gerektirir. Kamu yararı için yol yapmak 100 kişiden 99 kişi için çok iyi bir gelişmeyken, yol geçen sahanın mülküne sahip kişi için durum içler acısıdır. Çünkü, devlet, özel mülkün sahibini barışa yönelik işler yapmak kaydıyla mülkünde her istediğini yapma hakkını inkâr etmiştir. 99 kişinin yararı için 1 kişiyi feda etmeye hazır olan devlet, böylece, yaptığı işle mülkün sahibini hiçe saymıştır. Demokraside yönetmek böyle bir şeydir işte; Liberal-Demokratik Devlet, doğası gereği zorlayıcı uygulamalardan kaynaklı bireyin mutlak hak ve özgürlüklerine saldırdığı için mantıken ve tamamen ahlak dışıdır. Böyle bir Devlet’e, ilk Klasik-Liberallerden olan John Locke, isyan etmeye hakkı olanları isyana çağırmıştır. John Locke, daha ileri giderek, aslında, erk’in her zaman bir amaç ile verildiğini fakat bunu ortadan kaldıracak ve değiştirecek her zaman daha güçlü bir erk olduğunu kabul etmektedir. “Çünkü, hiçbir insan veya toplum kendi güvenliğini veya güvenliğini sağlayacak olan araçları bir başkasının mutlak ve keyfi iradesine bırakma yetkisine sahip değildir; ne zaman herhangi bir kimse toplumu esaret altına almaya çalışırsa halkın vazgeçme yetkisi olmadığı şeyi koruma ve bu temel, kutsal ve değiştirilemez olan insanın kendisini koruma yasasını ihlal edenlerden kendini kurtarmaya hakkı her zaman vardır. Bu açıdan, toplumun her zaman üstün erke sahip olduğu söylenebilir; ancak bu erk bir yönetim biçimini alamaz…” John Locke’un buradaki sözleri çok açıktır. İlkin, birey, kendini yönetmek yetkisini bir başkasına devredemez. İkincisi, bireyin yönetimler altında uğradığı haksızlıklardan dolayı isyan ettiği şeyi bir başkasına yöneltemez, yani, büyük bir hakla isyan ederek ayrıldığı yönetimlerden bir başka yönetim kurarak birilerini yönetmeye kalkamaz. Bundan dolayıdır ki; krallıklara, din adına yönetenlere ve sosyalist tiranlara karşı verilen mücadelenin sonunda halkın mükafatı demokratik özgür bir devlet yada parlamenter bir çoğunluğun diktası değildir. Halkın ve bireylerin isteği açıktır, işlerine hiçbir şartla karışılmaması ve kendi hallerine bırakılmalarıdır.
Demokrasi, kendisini ortaya koyarken diğer yönetim sistemleriyle karşılaştırılmasını ve onlardan ne kadar üstün olduğunu öne sürer. İnsanlar, krallık yönetimlerinde, mutlak güce sahip olduklarında aldıkları kararları kötüye kullandıklarını tarih bilimi ispatlamıştır. Aynı şekilde, demokraside halk, demagog siyasetçilerin kendilerine verdikleri tavizleri iyi kullanarak kendi oy potansiyellerini kötüye kullanmışlardır. Siyasetçiler ise halktan zorla topladıkları paraların bir kısmını partizanlarına diğer büyük kısmını ise kendilerine kredi ve örtülü ödenek olarak vererek halkın geçim kaynağını har vurup harman savururlar. Krallıklarda ise kötüye kullanılan güç yegane erk sahibi insana, krallık işlerini yürüten kapı kullarına ve onu koruyan muhafız birliğiyle sınırlıdır. Oysa, demokrasi ile yönetilen bir ülkede, kötüye kullanılan erk, oy kullanan her kesimden insan ile ilgilidir. İnsanlar başkalarıyla birleşince aynı linç gibi yağmanın dümen suyuna takılırlar ve yağmadan daha fazla pay almak için daha fazla insanın canını yakarlar. Bu açıdan demokrasinin diğer sistemlerden iyi olduğunu söyleyen her söz, bir köle ve yağma söylemidir. Krallıkların kötü olduğunu söyleyen her mantık, nasıl kendi eşiti olan bireye yönetme gücünü vermeyi reddediyorsa, herhangi bir insan grubuna yasa yapma, uygulama ve yönetme yetkisini hangi hakla vermeye kalkıyor ve o, sistemin iyi olduğunu sonuna kadar savunabiliyor.

Sınırlı yada sınırsız bir güç, tehlikeli ve akıl almazdır. İnsanlar, kendi eşiti olsun yada olmasın kimsenin işine burnunu sokamaz. Burnunu insanların iyilikleri için işlerine sokmaya çalışanlar, ne adına bu işi yapmaya kalkarsa kalksın yada ister rızaya dayalı kölelik, ister gönüllü kulluk olsun, yönetmeye kalkışan kim ve hangi çıkar grubu varsa kötülük ve zorbalık tohumuyla besleniyor demektir. Değişmesi ve iyiye doğru gitmesi için yapılan her siyasal atak, kişinin kendi iyiliği için kendi yolunu izlemesinin inkârıdır. Bundan dolayı, ‘her oy tirana gider.’

Demokrasi, bireylerin özgür iradesini devamlı bir biçimde baskı altında tutarak, genel oy hakkıyla her olay için sandık hapishanesinde bireyin tercihlerini tutsak altına alarak, tiranlığı sürekli rızaya tabi tutar. Çünkü, zorbalık, sürekli bir şekilde onay almaya ihtiyacı vardır ve bireyin egosundan beslenmek zorundadır. Genel Oy hakkının reddi aynı zamanda bireyin kendi emeğini yönetimden çekmesi anlamına gelir. Aynı güneşe ihtiyaç duyan gündüz gibi yönetimlerde, bireyin kutsal kanı olan tercihini ve özgür iradesini parlamento tapınağına sunan gönüllü-köle yurttaşlarla varolur. Demokrasinin temel ilkesi onu, var eden insan iradesini sanki ondan doğmuş gibi göstermesinde yatar: ‘Egemenlik Kayıtsız Şartsız Halkındır.’ Böylece, demokrasiye itaat borçlu olan ve teslimiyet göstermesi gereken aslında hiçbir birey olamaz. Çünkü, kendi inisiyatifiyle eyleyen ve yaptıklarından kişisel olarak sorumlu olan birey; kendi yarattığı puta yani demokrasiye, kendi düşüncesini ortaya koyarak seçtiği yönetime nasıl olurda kendinden daha büyük bir atıfta bulunur ve yasalarına tapar. Bu mantığı anlamak mümkün görünmüyorsa da Rousseau’yu dinledikten sonra bu büyük filozofa hak vermemek imkansız: “Egemenlik, devredilemez olduğu için temsil edilemez; özünde halkın iradesinde yatar ve bu irade temsile bağlanamaz. Ya vardır yada yoktur; ikisinin arası bir durum söz konusu değildir. Bu nedenle, halkın vekilleri onun temsilcileri değildirler ve olamazlar: onlar sadece görevlidirler ve hiçbir edimde bulunamazlar. Halkın –Her bir bireyin- onaylamadığı her yasa geçersiz ve hükümsüzdür –aslında yasa değildir-. İngiltere halkı kendisini özgür kabul eder; ancak bu büyük bir hatadır; onlar sadece parlamento üyelerinin seçimi sırasında özgür olurlar. Seçim bittiği anda kölelik başlar. Halk artık bir hiçtir. Yararlandıkları özgürlük anının bu kadar kısa olması, aslında o özgürlüğü kaybetmeye müstahak olduklarını gösterir.”

III
Bireylerin, içkin, devredilemez egolarının ve aktarılamaz kişiliklerin yerine dışsal otorite olan yasalar, parlamentoların kendi kendilerine gelin-güvey olmaları sonucu bireyin eylemlerini kontrol altına almak ve zorlayıcı olarak bireyin kendi seçimi olmaksızın var olmaya çalışır. Yasalar, bireylerin her biri olmaksızın anlık ve geçici olaylar üzerine tartışılarak ortaya çıkmış baskı araçlarıdır. Bireyin katılımı olmaksızın, bireylerin her biri onay vermeksizin, yol açtığı karışıklık yüzenden acı çeken milyarlarca Ego’nun nedeni; bazı Ego’ların kendi düzenlerini sağlamak için başkalarının düzenini bozma çabasıdır. Bu yüzden, düzen dedikleri şey; kendi isteklerini, kendilerinden-olmayanlara zorla kabul ettikleri zorlayıcılık sistemidir. Özgür ve kendisi olmaya çalışanlar için bu asla kabul edilemeyecek bir düzendir. Bu düzen, düzenbazların zorbalık, kölelik, zayıflık, aşağılık ve bozgunculuk getirdiği sistemdir. Dışsal bir otoriteye bağlı olmaksızın var olan her Ego, kendi kendisinin isteklerini en iyi bilen olduğu için, onun, kendisini yönlendirmekten ve ne yapıp, ne yapmayacağını ondan başka hiç kimse daha iyi bilemeyeceğinden, ne demokrasi ne başka bir yönetim şekli, bireyi yönetmeye soyunamaz.
Yönetmeyi yani bireyin eylemlerine devamlı müdahale etmeyi alışkanlık haline getiren demokrasi; baskıyı sürekli bir sistem haline getirdikçe, insan doğasının bencil dürtüleri ile karşı karşı gelecektir. Bu kaçınılmaz düşmanlık geleceğin büyük kıyametidir. Stirner’in deyişiyle: “ Devletin her zaman bireyi sınırlandırmak, onu bağımlı yapmak gibi temel bir amacı vardır. O asla bireylerin özgür eylemlerini amaçlamaz, amaçladığı sadece kendi çıkarlarına bağlı eylemlerdir…Benim eylemlerimi komuta etmek, nasıl davranmam gerektiğini söylemek ve bunu yönlendirecek bir yasa oluşturmak hiç kimsenin üstüne vazife değildir.”

Liberal Demokrasinin hedefi; kuvvetler ayrımı, sınırlı devlet, genel oy hakkı, insan hakları ve demokratik seçimler gibi kavramları kullanarak insanlığın insanlık üzerinden zorbalığını azaltmaktı. Liberal Demokrasi bu amaçla çıktığı yolda belirsizliğe yuvarlandı. Çünkü, insanın insan üzerindeki tahakkümü çözme işine gene bilindik çözüm araçlarla yaklaştı, yani erk’e sahip olarak, yani müdahaleyi kaldırmak için müdahale ederek, yani güç yoğunlaşmasını ortadan kaldırmak için gücü yüceleştirerek, Liberal Demokrasi, bir iblisler yönetimini ortadan kaldırmak için meleklerin başa geçmesini için iblislerin kanunlarına göre hareket etmek istemiştir. Kısacası, herkes ortak yararı düşünmeksizin yalnızca kendi çıkarının peşinde gidecek olsa bile bir kişisel çıkarlar bütünü, başka kişisel çıkarlar bütününü denetler. Öyleyse, yönetme gücü hiçbir insanın tekeline alabileceği bir şey değildir, Liberal Demokrasinin yanlışı budur. Her bir Ego da bulunan yönetme ve hükmetme isteği, başkalarının aşırı güçlerini dengeler. Böylece, her birey, olabildiği ölçüde kendi yönetimini kendisi sağlayabilir ve koruyabilir. Anarko-Kapitalistlerce ortaya konulan, toplumda kâr imkanı olan her metâ veya satın alınmak üzere talep edilen her şey üretilmeye hazırdır. Güvenlik hizmetlerinden tutun, özel mahkemelere kadar satın almaya yada promosyonla rekabetçi firmalardan hizmeti bedava almaya sahip olan birey, böylece, başkalarına muhtaç kalmadan kendi egemenliğini ve bağımsızlığını koruyabilir, güçlendirebilir ve geliştirebilir. Örneğin; belirli bir bölgede ‘Egoistler Birliğini’ kuran kendi halinde bireyler, farkında olmadan piyasaya verdikleri talepler ve tercihler doğrultusunda gelecek üretimi yönlendirebilirler. Ve neticede, ‘Egoistler Birliği’ toprakları üzerinde uyuşturucu içmek istemeyenler olduğundan uyuşturucu satışı yapılmıyor olacaktır. Bu, bireylerin kendi egemenliklerine zarar vermeden yönetebildiklerinin göstergesidir. Özetle, Molinari’nin mantığı geçerli, tutarlı ve ispatlı bir akıl yürütmedir: “Yönetimler, bireylerin kendi kendilerini yönetebilmesinden daha iyi bir şekilde yönetmeyi bilmezler.”