30 Kasım 2007 Cuma

ZAYIFLIK MİTİ: MODANIN ZAYIFLIK GÖSTERİSİ

'Karşı Cinsi(Veya kendi cinsinizi) tavlamak için zayıf olmak, şişman olmaktan avantajlıdır' ilkesi birebir slogandır.

Zayıflama, başkalarının tercihidir. Senin veya Benim değil. Senin, iyi olmanı isteyen başkalarının bakışıdır, kendinin değil. Senin arzın olmayan, karşı tarafın talebi, yani istekleri, demek ki; senin olmayandır. Senin olmayan görüntün; senin bedeninin arzusu değil; çoğunluğun görüşüdür. Çoğunluğun, senin üstünde baskısı vardır: 'Benim istediğim gibi ol!'. Bu devletin veya toplumun estetik görüşüdür. Biricik Ben'in estetiği değil. Modanın senin üstündeki tahakküm gücü yüksektir. Bencil olmanın engellenmesinin birçok yolundan bir tanesi; modaya ve kollektiviteye uymayanın, piyasa'nın dışına atılmasıdır. Seni ve Beni ilgilendiren nedir öyleyse? Başkalarının koyduğu fiyat mı? Yoksa, senin, kendine biçtiğin değer mi? Söyle! Amaç moda mı yoksa senin kendi meselen mi? Senin meselen zayıf olmak yada olabildiğince şişman olmak mı? Bırak öyleyse, 'Sen kendin ol' bu sana yeter!


Benim estetiğim, var olan estetiktir. Benim estetiğim, kaslı bir vücut veya zayıf bir beden olabilir. Ama benim estetiğim şişman ve çirkin bir estetikte olabilir. Senin estetiğin; Ey sevgili bayan! 90–60–90 sarışın biri olmakta olabilir, ama kalçası büyük, göğüsleri küçük ve uzun bir burunlu da olabilir. Doktorların yarattığı estetik, senin tam istediğin estetik olabilir. Ama neden ben böyle görünmek istiyorum sorusuna verdiğin yanıt: "Toplum için, Sevgilim için, Herkes için" ise, bende sana 'Kendin için' mi? Sorusunu sorarım. Genelin yararına olan estetik bakış, senin herkesten biri gibi görünmeni ister. Seni herkes ile eşitlemek ister. Senin güzel olduğunu söyleyen varsa, o, onun güzellik anlayışıdır, senin güzel olduğuna bir katkısı olamaz. Senin güzel ve bakımlı olduğunu söyleyen, senin tarafında olmayan bir gözdür. Başkaları tarafından var edilen her estetik yabancı estetiktir, bana “verilen değer” ve “faydama katkı” onların talepleridir. Tüm dünya bana güzel deseydi, güzel mi olurdum? Güzellik yarışmasında ya da magazin dergileri tarafından elde ettiğim bir ünvan ve onay, yabancı ve toplumcu bir estetiğin aynısı değil midir? Bir aptalın bana güzel demesi üzerine, kendi güzelliğimden şüphelenirim; onun güzel demesini beklemem. Bir estetik cerrahın da bana güzellik katmasıyla güzel olmam. Benim güzel olup olmadığım aptalın ve estetik cerrahın: -'güzelsin!' demesiyle tamamen bağımsızdır. Benim güzelliğimle yada çirkinliğimle ilgilenen başkalarıdır, ben değil. Ben, kendimi nasıl değerlendiriyorsam ve başkaları da benim bu estetik anlayışımla uyumluysa, işte o zaman güzelimdir. Güzel ya da çirkin olduğumu yargılayan benim, benden başka bir yargıç yoktur. Başkaları sadece, benim güzelliğimi onaylayıp onaylamadıklarını ve bunun onlarca da uyumlu olup olmadığını yargılayabilirler.


Modanın benden istediği, standartlaştırılmış estetiğe uymamdır. Arkasına aldığı üreme gücünü, magazin dünyasını ve gece hayatını elinde tutarak, Moda dünyası, bana küstahça parmağını sallıyor. -"Yakışıklı ve zengin delikanlıları istiyorsan veya güzel ve dolgun kızları elde etmek istiyorsan... Benim istediğim gibi davran! Zayıf ol! Sağlıklı ol! Yapamıyorsan ben sana yardım ederim Estetik ol! Diyet yap! 'Fitness Center'lara git! Bana tap!...Ben, senin yeni putunum. Arzularının karşılığı bende, arzularının dizginlerini tekrar eline almak istiyorsan. Dediğimi yap! Yoksa piyasa seni kabul etmeyecek. Korkularını ancak ben sona erdiririm. Tek istediğim kendi estetik anlayışını bana bırakman, sonrası seni istediğim gibi tüketmem. Ben Leviathan'ım, ben toplumun nabzıyım, ben yeni efendin: Modayım'. Moda, genelin beğenisi olarak beni de genele dâhil etmek istiyor. Kendi geliştirdiği tahakküm araçlarıyla, benim hazzımın sınırlarını daraltıyor. Bana müdahale ederek, benim beğenilerimi eğitmeye kalkıyor. O da yetmezmiş gibi hazzımı doyuracak şeyleri kendi egosuna dâhil ederek beni rekabete çağırıyor: -" Tüketeceğin hazların çoğu artık seni beğenmezler, onlar benim kontrolümün altında. Onlar, yani tüketeceğin hazlar, artık senin doğal bedenini sevmiyorlar, onlar, senin rekabet dışı olduğunu kabul ettiler. Beni düelloya çağıracak tek bir şansın var: Bana uyarak, beni tüketmen" Libidinal ekonomik çağda, moda, kendini feda etmekten geçiyorsa, benim feda etmeyeceğim tek şey: Kendim olacaktır. Eğer feda edilecek bir şey varsa, o da sanırım faydalanmaktan zevk aldığım şeyler olmayıp, modanın dayatmaları olacaktır. Ben yemek yemekten, şekerli içecekler içmekten, alkol kullanmaktan ve seks yapmaktan alıkoyacak her türlü gücü şimdiden reddediyorum. Modaya uymanın, kendinden ödün vermek olduğunu kabul ediyorum. 'Bir yerlerde birinin kendi halinde mutlu olabileceğinden' ölüm kadar korkanlara sesleniyorum: "Siz kendi arzularınız için beni değiştirmeye çalışıyorsunuz. Oysaki ben illâ da değişeceksem, sizin arzularınız için değil, kendi arzum için değişirim."


Cadı avı günümüzde artık bütün zevk veren şeylerin peşinde, mutluluğu arama hakkı artık bireysel bir faaliyet değil, toplumsal bir arayışa döndü. Ortak çıkar gibi ne olduğu belirsiz kelimelerin yanına birde 'ortak güzellik' kavramı eklendi. Bu duruma 'Egoistler' dur demedikçe, süreç 'Biricik-Ben'leri felakete sürükleyecek. Kaçınılmazı engellemek kaçmak değildir. Kaçınılmazı kabul etmemektir. Evet, zayıflamanın, estetik cerrahinin ve spor yapmanın illa da bizi mutluluğa çağırmadığını görmek için müneccim olmak gerekmiyor. Bu iş; tercih işi, bu iş; fayda-maliyet işi ve bu iş; bireysel bir faaliyet. Kim ki toplum böyle istiyor, tüketicilerin dediği olur ve senin haz varlığın başkalarıdır derse, onlara de ki: 'Diyelim senin dediğin gibiyse, karşı taraf yoksa güzellik yok mudur? Tüketiciler yoksa benim hazzım ve beğenilerim yok mudur?' Eğer buna bir cevap alırsan, bil ki 'Ben yoksam, Sen yoksun! Ben yoksam, Hiçkimse yok' de...Çünkü, Senin yarattığın bütün sabit fikirlerin, klişelerin ve korkuların kafanın içinde olduğunu unutma!, kafanın içi ise ancak senle var olur. Demek ki; 'Düşünüyorum, öyleyse varım değil!', 'Varım ki, düşünüyorum!'. Düşünün! Sizi deney farelerine benzetenleri, size yediğiniz her yemekten sonra kalori hesabı yaptıranları, size yerleştirdikleri suçluluk duygularını düşünün!. Siz kendi halinde mutlular, sizin mutluluklarınızı hesaplayacak ne makine ne de cetvel icat edildi. Bütün küstahlık işte buradan doğdu, biricik-ben'leri kendi keyfiyetlerine uydurmak adına kendi hesap defterlerine uydurmaya çalışanlar! Sizce kendi egoist planlarını hayata geçirmek istemiyorlar mı? Kesinlikle evet, Öyleyse bırakın, sizde kendi egoist planlarınızı yürürlüğe geçirin. Yoksa yarın yada öbür gün kapınıza dikilecek 'İyi beslenme, sağlıklı kalma ve moda enstitüsü memurları' sizi demir kafese sokup, diyetinizi kusursuz, kaslarınızı muntazam ve aklınızı en ideal çalıştırmaya kalkacaklardır. Hazır mısınız?


Adınız gibi biliyorsunuz ki; devlet baba da bu işin içinde. Öyle olmasa devlet, insan yaşının ilerlemesi ve sağlıklı olması için kendini bu işe adar mıydı? Devlet bizim paramızı bu işe yatırmaya daha dünden razı. Çünkü her sağlıklı ve ömrü uzun insan çok çalışmaya hazırdır. Devlet, çok çalışan insandan, vergi yoluyla, çok sayıda tasarruf elde eder. Devlet kendi bekası için ölmeye hazır kölelere yani askerlere ihtiyacı vardır. Bunun için devlet, estetik cerrahinin de, diyetinin de, fitness centerların da önünü açmıştır. Bunlara yasaklama getirmek söz konusu olmadığı gibi bizden zorla topladığı paraları da bu işe yatırdığı bir gerçektir. Aldanmayalım ki; başkalarının bize biçmeye çalıştığı hayatı yaşamayalım. Nozick'in dediği gibi: "Her bireyin kendi bireyselliği ve yaşayacağı sadece tek bir hayatı vardır." Bu yaşanacak, tek hayatı rizikoya atmak hayatımızı başkalarının eline vermek demektir. Büyük bir şansla geldiğimiz hayatın keyfini çıkarın. Çünkü sizi, sizden daha iyi anlayacak hiçbir bütünlük olmamıştır ve olmayacaktır. Başkalarının isteklerine göre yaşanan bir hayat ise zaten yaşanmaya değmez...

12 Ekim 2007 Cuma

İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ: BENİM OLMAYAN İFADENİN ÖZGÜRLÜĞÜ

İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ: BENİM OLMAYAN İFADENİN ÖZGÜRLÜĞÜ

"Sahipsiniz ifade özgürlüğüne/ Ancak deneyecek kadar aptal olmadığınız sürece" MARK STEEL



İfade özgürlüğü, birilerinin ifade özgürlüğüdür, benim yada senin ifaden değil. İfade özgürlüğü, bazı kimselere verilen özgürlüklerdir, Biricik-Ben'in eylemlerine değil. İfade özgürlüğü, herkese ait bir haktır. Herkese ait bir hak, bireyin biricik hakkı olamaz. Biricik olmayan bir hak, Ego'nun mülkü değildir. Mülkü; bana yada sana ait olmayan bir haktan söz edilebilir mi? Kayıtsız- Şartsız benim yada senin olmayan bir özgürlük, ne için kullanır olmuştur? Kanun altında özgürlük için kullanılır olmasın. Peki, nedir kanun altında özgürlük? Biricik-Ben'lerin otantik eylemlerini kısıtlama işlemi olmasın...


Küçük bir azınlığın yararına, birçoğunun zararına olan ifade özgürlüğü, benim ilgilendiğim bir özgürlük fikri değildir. Benim amacım kendim olmaktır. Ben kendim olarak zaten kendimi ifade ederim. Birilerinin bana yol göstermesine, sınırlar çizmesine yada ifademe meşruiyet kazandırmasına gerek yoktur. Benim alâkadar olduğum ifade, zaten benimle beraber olandır. Benim kendim olarak yaptığım her eylem; bir ifadedir. 'Bir ifade olarak ben' olmak değil amacım, biricik-ben olarak, ben kendim olarak, zaten baştan aşağıya bir ifadeyim. İfade bir özgürlük çeşidi olarak karşıma çıkmaz, ifade benle beraber olandır; başka bir şey değil.


Kanun altında özgürlük; kanunu yapan, uygulayan ve yasanın yürümesini sağlayan, bir yada birkaç çıkar grubunun kendilerini ifade ettikleri haklardır. Başkalarının hakkı olan ifade özgürlüğü, benim yada senin ifaden olamaz. Bana yada sana bir katkısı olmayan bir özgürlük, ancak ruhlar aleminde yaşar. Benim, 'kendim için kurduğum dünya' ile bir ilgisi olmayan eylem veya ifade; başkalarının hakları ve özgürlükleridir. Ben başkalarının özgürlüklerini ne koruyabilirim, ne de kurgulayabilirim. Ve onlarda, aynı şekilde, benim dünyamı, yani, yaşam stilimi ne anlayabilirler, ne de bana yardımcı olabilirler. Biricik-Ben'ler olarak, biz, ayrı kişileriz. Ayrı kişiler olarak, biz, yani Biricik-Ben'lerin, bir-olmayan egosu; türsel bir varlığın eşiti değiliz. Kısaca, insan olmayarak ben; genele ait olmayanımdır: gayri-kolektivisttim.


Biricik-Ben'ler; köksüz, eşitsiz, örneksiz ve geleceği bilemeyenler olarak; arzular, eyler ve hazzına göre ilişkilerini geliştirir. İlişkiler, hoşgörü ortamında yürümez. Çünkü Biricik-Ben'ler eşsiz mantıklarına göre artık öbür ego'larla tam karşıtlık ve tam ayrılık içindedir. Biricik-Ben olmak, artık, öteki biricik-ben'lerle pek bir ortak nokta bulamamaktır. Ötekinin gözünde yabancı olmaktır; Biricik-Ben olmak budur. Yada diğer bir ben yerine geçmeye çalışmadan; anlatılamayanı ve düşünülemeyeni, kendilik içinde tekilleştirmektir. Ego; özgün olandır, mülkü yalnızca sana ait olandır, biriciktir. Bundan böyle, ilişkilerde, sözleşmelerde ve rekabette sorun, içine tamamen çekilerek, kendine gömülerek ve benden olmayanı, yani, kafamda tıpkı bana benzeyen bir ben daha yaratma işleminden vazgeçtiğimde problemlerin üstü kapanır yada çatışmalar kendiliğinden soğumaya başlar.


Bununla beraber, bölücü yada düşman bir ilişkiye yer vermek, ancak, hakemlere, hakimlere ve bir üst kuruma danışmaktan, onları, kutsamaktan geçer. Örneğin; Ben bir otorite'nin hiç istemediği bir şeyi ifade ederek, tiranı fena halde kızdırmışımdır. Ama kendime göre çok doğru bir lâf etmiş olarak, kendimin arkasında dururum ve sonra kendi 'bireysel, devrolunamaz temel hak ve özgürlüklerime' dayanarak beni cezalandırmaya kalkan otoriter-tiranın, beni haksız yere yargıladığını düşünürüm. Onu, tarafsız ve adil zannettiğim, üçüncü bir tarafın huzurunda, düelloya davet ederim, yani, kendimi ifade etmeye çalışarak özgürlüğümü isterim. Özgürlüğümü isteyerek ben, zaten, haddimi aşarak, gücümün yetmediği bir hakla fazla ilgilenir olmuşumdur, yani, otoriter-tiransal hakkı, kendi mahkemesinde, haksız duruma düşmesini isteyerek; bana hak vermesini arzulamışımdır, şapşallığa düşmüşümdür. Mahkeme ilerledikçe, 'Adaletin Terazini' anlarım ki; 'ortak bir hak zemini' veya 'doğruluğun şaşmaz bir mantığı' yoktur ve olamazda. Olan sadece başkalarının yasası, yararı ve gücüdür, benim değil. Başkalarının vargılarında kendimi aramam yada ötekinin hak zemininde kendimi bulmam imkansızdır. İmkanlı olan ya başkalarının irade eksikliğinden yararlandığım için haklıyımdır yada kendi kanunlarımı diğerine kabul ettirdiğim için mahkemeyi kazanmışımdır. Oysaki benim 'üçüncü bir tarafın huzurunda' aradığım, kendi ifade özgürlüğümdür; kendi ifademi doğru, mantıklı ve ahlaklı olduğunu kanıtlarsam her şeyin çözüleceğini sanırım. Yani, ben, kendime ve ifademe güvenmediğim için mi, -başkalarında aradım hakkımı... yada ben, yeni- efendilerim olan: Devlete ve Topluma olan görevimi yerine getirdiğimi belirtmek için mi, -başkalarında aradım; kendi köleliğimi...


O zaman, benim 'üçüncü bir tarafın huzurunda' aradığım nedir? Bana ait olmayan fikirler; yabancı düşünceler ve ifadelerdir. İfade özgürlüğüm bir başkası tarafından verilmiş yada elimden alınmış -bu benim meselem değildir; ben, kendim isem; yetkimi kendi eylemlerimden, konuşmamdan ve yaratımımdan alırım; bir başka yetkilendirme, meşruiyet yada izne tabi olmadan konuşur, düşünür, yazar ve eylerim. Benim ihtiyacım olan 'Hukuk Devleti' değil, kendi biricik ego'mu bilinçli bir şekilde otoriteryenlerden, yapı-kuruculardan ve yol göstericilerden uzak tutmamda yatar. O halde benim ifade özgürlüğünden beklediğim hiçbir şey yoktur. İfade özgürlüğünün üzerine yükselen ve yüceltilen: Ben; kendime doğrulttuğum hedefim; başkaları için, siyaset için, refah için yada klanım için değildir, bilakis kendi eşsiz biricikliğim içindir. İsteğim; gerçek ve nettir: Kendimde; özgür değil, kendim olabilmektir... Mesela; bugünlerde bana, -"düşünürsen var olacağımı," söylüyorlar -Hangi hakla bana böyle bir görev yüklüyorlar. Onların, varoluş pratikleri, onların deneyimleriyle elde ettikleri kendilikleridir, benim varoluşum; nasıl ki onların varoluşları ile örtüşmüyorsa, onların varlıkları da kendi bedenlerine aittir. Benim varoluş elbisem, benim üzerime uyandır. Gücüm ve iradem yettiği kadar kendimi bir sanat eseri gibi tekrar yaratırım yada uymadığında bir yılan gibi varoluş derimi değiştiririm. Benim meselem 'düşündüğümde' ortaya çıkmaz, eylediğim zaman gerçekleşir. Benim meselem, benle varolur, doğar, yaşar ve ölür. Tüketebildiğim ve üretebildiğim için onun keyfini çıkarırım. İfade özgürlüğü de böyledir işte, bana ifade etmeyi bir özgürlük görevi olarak zorunlu tuttukları için, ben, ifade hürriyetini, başkalarının özgün bir fikri olarak görürüm. Bunun için, ifade özgürlüğü benim mülküm değildir. Benim mülküm olamayacak, özgürlük türünü, bu yüzden kendimden uzak tutar ve kendimden sakınırım. İfade etmeyi ise ancak ben kendime verebilirim. Ben bir düşüncesiz ifadenin düşünceli bedeniyim; ben başkaları tarafından ifade edilemeyenim...


'Bireyin her zaman baki kalan ifade hürriyeti vardır.' diyen, 'Hukuk Devleti'; peki, neden benim her ifademi onaylamakta bu kadar aciz ve kayıtsız? Çünkü 'Hukuk Devleti'; hukukun kontrolü ve kutsallığı altında bir devlet olarak, senin veya benim hukukuma sahip değildir de ondan... O, iktidardakilerin yasasıdır, o, benden güçlülerin ele geçirdiği organize suç çetesinin bana çevirdiği ruhsatlı kanun silahıdır. Senin veya benim olmayan bir hakkı yada ifadeyi hor gören, kabul etmeyen ve tanımayan bir üst kurul olduğu sürece ifade özgürlüğü yoktur ve olamaz. Bir sansür kurulu olarak, hukuk devleti, asla benim istediğimi yapmaz ve uygulamaz. Yasa fikrine itaat etmeyi reddeden beni yada seni, kendi egoist yasasıyla suçlayan 'Hukuk Devleti', aynı benim yada senin yaptığın gibi, bir iradenin sonucunda davranmaktadır. Aramızdaki plan birdir: Ego'muzu doyurmak. Kendi yararı için, kendi egoist planları için bunu yapmaya muktedir olan birileri varsa eğer, -hukuk, devlet, toplum, ideoloji, insan, din..vs gibi- herşeyden önce bana ihtiyacı olan bu kurumların yaratıcısı ve herşeyi kafasında oluşturan ben -hortlakları ve korkuları- , yani, Biricik-Ben neden olmayayım... Genel bir bütünlük olarak insanlar tarafından kişileştirilmiş kurumlar -hukuk, devlet, toplum, ideoloji, insan, din..vs- hiçbir şekilde bir benlik değildir, bu kendi egoist amaçları için -ki kişisel hiç bir arzuları yoktur; bu kolektivistlerin- hiç bir görevimiz olamaz bu hayaletlere karşı hiç bir kutsal fedakarlıkta bulunmamız gerekmez. Tek yapacağımız; bilgimizi ve emeğimizi çekmektir üzerlerinden. Bir asalağın, bağırsaktan sıyrılıp atılması, bir feodal beyin malikânesinden kentlere giden serfler gibi söner gider, 'bütün sabit fikirler'...Emek, bilgi ve üretim 'egoist'leştikçe, her ne varsa, dünyada geçici bir boşluğu doldurur ve sonra tekrar dağılır. Aynı yeni doğan gün gibi bilgide kendini yenilemek zorundadır. Fakat bütünlükleri azalttıkça zihnimizde, bir şeyleri yerine koymamız gerekmez. Yalnızca, biricik-ben, yani fizyolojik-ego olarak kendimizi tekrarlar dururuz, ilerleriz ve geri sararız.


Bundan dolayı, sabit fikirlere, hiç bir borcumuz olmadığı gibi, aslında, onlara, hiçbir ihtiyacımızda yoktur. Fakat eğer bir alacaklı varsa; o, ancak ben olabilirim ve böylece, kendilerini feda etmelerini isterim, intihar etmelerini isterim bütün 'kişileştirilmiş kurumlardan'...Arzum, benim özgürlüğüm anlamında değil, beni -dışardan- yöneten ve bana -içerden- boyun eğdiren bir iktidarın özgürlüğü anlamına gelmesini önlemektir. Kendi irademden bütünüyle silmektir, isteğim; sabit fikirlerden kurtulmaktır. Çünkü tekmelediklerinde kapımı, nasıl karşılık verdiğim değil, onlara. Beni ilgilendiren, önceden, kendi zevk dünyamı, daha üst bir kurum için, kutsal için, başımın üzerinde olmadan, tetikte tutmaktır ellerimi.


İfade özgürlüğü, benim ifadem tarafından yaratılmıyor, bununla beraber, 'hukuk devlet'in kendine has kavramlarıyla ifade ediliyorsa, özgürlük benim özgürlüğüm değildir. Yani, bana emanet edilen özgürlük, bana ait değildir. Bu özgürlük, bir tür olarak bana daima yasaklar getirmeye ve üzerimde tahakküm kurma hakkına da sahiptir, yani, bana emanet olarak takdim edilen özgürlük, bir gün benim elimden ya alınır yada benden alınmaması şartına karşılık benden kendimi feda etmem istenir. 'Hukuk devleti'nin vicdanı budur. Özgürlük üzerinden işletilen ve işleyen cehennemi-kanun, böyle çalışır ve böyle yürür. Bu yüzden ifade özgürlüğü, her koşulda birisinin yada birilerinin kendine özel özgürlük fikridir ve bireyi buna uymaya zorlar. Benim sahip olmak için kılımı kıpırdatmadığım bir özgürlük, benim elime verilendir, ben buna sahip çıkamam, çünkü bu özgürlük, bana hediye edenin özgürlüğüdür. Bunun için, özgürlük, bireyin baskıdan kurtulma ideali olarak, kolektivistlerin en tatlı rüyasıdır, fakat dışarıdaki zordan paçayı kurtardıkça kişi, içerdeki yani kafasındaki 'hortlakların zorbalığı'na boyun eğer. İşte bu yüzden ve sırf bu yüzden, birey, kendi sahipliğine dayanan, kendi istemiyle özgürlüğü eline geçirmeli ve tatlı rüyasından uyanmalıdır. Yani, egoist olarak Biricik-Ben, özgürlüğü eline geçirir geçirmez, kendi kişisel zevki için özgürlüğü tüketmeye başlamalıdır ve bedenini- varsa- bilincini soydukça kendi çıkacaktır ortaya; sonsuz bir denizin ortasında kalabalıklar içinde biricik, örneksiz ve eşsiz: Tam yol ileri!!!......

13 Eylül 2007 Perşembe

ÖZGÜRLÜK KİME: BAŞIMA MI, ÖRTÜYE Mİ?

ÖZGÜRLÜK KİME: BAŞIMA MI, ÖRTÜYE Mİ?


Başörtüsü özgürlüğü, başörtüsüne özgürlüktür, bireyin kendisine değil. Başörtüsü bireyin küçük bir mülküyken, bugün artık, bireyin üstünde bir güçtür. Bir tahakküm biçimi olarak başörtüsü, eskiden insanın kendisine biçtiği bir elbise iken, şimdilerde bir kutsaldır. Öyle bir kutsaldır ki o, fikir çatışmalarının nedeni, okula gidememenin sebebi veya fırkalara ayrılmanın ta kendisidir. Başörtüsü kendisi olarak, yani, bir kutsal olarak özgürlük ister; bir elbise, bir renk, bir tat olarak değil. Bazı bireyler cennete gitmek için, bazıları sadece ataları inandığı için başörtüsü takar, saçı yemeğin içine düşmesin diye takanlar olduğu gibi bazıları çölde kum fırtınasına yakalandığı için, birçoğu ise öyle olduğu için başörtüsü takar. Yani başörtüsü, insan ihtiyaçlarının bir neticesidir, kutsallığından dolayı ayırt edici değil, ayrıntı olmadığından dolayı kafaya takılacak bir mesele değildir.


Başörtüsüne karşılar ise, kendisi olmaya çalışan bireylerin, bir giysi çeşidi olarak gördüğü başlarının örtüsüne, bütünüyle karşıdır. Niye? Yoksa onların kutsalı, yani ortaklaşa hayatın tanrısı -Kamu Alanı- izin vermediği için mi? Buna mukabil bazı bireylerde başörtüsü takmanın dinin gereği olduğunda birleşirler. Niye? Dinin gereği olduğu için. Peki dinin gereği bireyin özgür iradesi değilse, nedir öyleyse? Yoksa din özgürlüğü, din için midir? Din Özgürlüğü birey için değil, Dinin Kutsalı için ise, neden o zaman birey özgürlüğü? Kim ve niçin istenir olmuştur özgürlük? Yoksa Birey için değil, Din Kutsalı adına istenir olmasın özgürlük. Nedir Peki o zaman din özgürlüğü adı altında başörtüsü? Bir kutsal ise, birey aşağılıktır. Eğer, bireyden üst bir amaç varsa, birey, o, üst amacın bir aracıdır. Bireyden üstün olan herşey, bireyin karşısındadır ve birey onun kölesidir. Yok! Eğer başörtüsü bireyin bir giysisiyse, başörtüsü bireyin bir keşfidir. Bireyin kendi eliyle yarattı bir put, nasıl olurda, bireyden daha büyük olabilir? Diyelim ki, başörtüsü bir simgedir. Peki, neyin simgesidir? Yoksa bir kutsalın mı? Yani Bireyden bir büyüklük mü? Yada Bireyin üstünde ve karşısında bir güç mü? Evet, sorun başörtüsü değildir; başörtüsüne, değerinden daha fazla saygı gösteren insan aklındadır. Sorun, ondan korkanların, ona olduğundan fazla anlam yükleyen karşıt yada taraf fikirlerin, şizofrenik mantığındadır. Bireyin meselesi asla sadece bir giysi olamaz. Bireyin meselesi, devlet ve toplum gibi iki büyük bağımlılık mekanizmasının tak-çıkar konusu haline getirdiği 'hayali-problem' sorunu ise hiç olamaz.


Başını açmayı yada kapamayı özgürlük olarak adlandırmak. Bireyin özgür iradesini meşrulaştırmaktır. Meşruluk ise, bireyin eylemlerinin nedeni veya sonucu olamaz. Eğer, öyle ise, yani özgürlük için meşruluk gerekiyorsa, özgürlük başlı başına bir hiçtir. Peki, o vakit, bu meşruluk ne içindir? Kamu için mi? Din için mi? Hoşgörü için mi? Ortak yaşam için mi? Evet hepsi içindir fakat tek bir şey için değildir: Biricik-Ben'in o an için hissettiği eylemi gerçekleştirme meselesi değildir. Meşrulaştırılmış bir kutsal-giysi olarak başörtüsü, bir emrin yada vahyin sonucunda ortaya çıkmamıştır, başörtüsü var olmayı bireyin başının örtüsü olduğu için hak etmiştir. Başörtüsü, biricik-ben'in başı olmadan var olamaz. Başörtüsü, örtü olarak, biricik-ben'in yaratısı olarak, Biricik-Ben'in mülküdür, o kadar ve bir nokta.


Başörtüsü özgürlüğü tehlikeli bir özgürlük türüdür. Başörtüsü özgürlüğü için canını dişine takan Liberaller, eğer her özgürlüğü 'Kamu Alanı Tanrısına' kabul ettirmek için vakit harcarlarsa, diğer özgürlükler için tüketilen sürenin, çabanın ve enerjinin vay haline!!! Sadece bir elbisenin birileri için kutsallığı yada birileri için paçavralığı; benim yada senin özgürlüğün değildir. Elbiseye meşruluk kazandırmak, 'kanun altında özgürlüktür', yani, başörtüsü takmak yada çıkarmak benim istediğim bir eylemden dolayı değil, kanunun belirlediği sınırlar içindir. Benim özgürlüğüm, başörtümü takıp-takmamamla alakalı değildir, benim özgürlüğüm, benden dolayı bir eylemi yerine getirirken meşruluk atfetmeden yada diğer bir kutsal güç aramadan yerine getirebilme kudretimdir. Benim özgürlüğüm; kendimden dolayıdır, benden sebep ve benim sonucumdur. Kimseden onay ve izin almadan yaptığım bir eylemi savunmak, benim biricikliğimden gelen bir arzumdur. Başkalarının beni savunması veya benim onları savunmam, benim propagandam yada onların kazancıdır, diğerlerini ilgilendiren hiç bir kısım yoktur. Onların yaşam stili, onların yaşam stilidir. Ne benim arzumun neticesinde ortaya çıkar, ne de onlar bana zorla benimsetebilir. Başörtüsü, bireyin bir aksesuarı olduğu kadar zamanın ve yerelin giysisidir, fakat beni rahatsız eden durum; bireyden gelen isteklerin, bireyin isteklerinden daha büyük amaç taşıyor olmasıdır. Yani başörtüsü takmak için özgürlük istemek, nefes almak için havaya yalvarmak gibidir. Başörtüsü takmak yada çıkarmak özgürlük meselesi değildir, eylemlerimizi komuta ettirmemek, nasıl davranmamız gerektiği hakkında bize yasaklar getirenlere ve bunu yönlendirecek bir güç uygulayanlara karşı isyan hakkımızı kullanmaktır. Sonuçta, bir giysi için yapılacak en iyi şey; kamu alanında o elbiseyi kullanmak için çaba harcamak değildir. Kamu alanından kaçarak yeni bir hayat stili sunmaktır. Böylece, kendinden bir şey olarak bir anlamı olmayan bir giysiye söylenebilecek bir dil -lisan- daha oluşmamış olsa da, biricik-ben'lere denilebilecek şey hazırdır: '-Ne haliniz varsa görün, Ne haliniz varsa yapın'...

9 Ağustos 2007 Perşembe

LİBERALİZMİN GAYRİ-BİREYCİ MASKESİ: İNSAN HAKLARI

"İnsan Hakları ile ne kastedilmektedir?...-Bireyin-, sadece insan olmaktan dolayı -haklara- sahip olduğu anlamına gelmesi." J.J. SHETACK

"Öyleyse -Liberal- Devlet, benim bir insan olmamı talep ederek bana olan düşmanlığını ele verir… Beni, İnsan olmayı bir görev olarak kabul etmeye zorlar… İnsan ve insan özü, artık bireylerin yargılandığı ve cezalandırıldığı bir kıstas haline gelmiştir… Bir Liberal olarak… İnsan’ın ne olacağını ve ‘gerçekten insani’ bir tarzda nasıl hareket edeceğini belirler ve herkesten bu yasanın kendisi için bir norm ve ideal haline gelmesini talep ederim; aksi takdirde egoist kendisini bir ‘günahkâr ve suçlu’ olarak teşhir edecektir. " MAX STİRNER


I


Liberal Demokrasi, insanın insan üzerindeki hâkimiyetini kaldırmıştır. Yerine ne koymuştur? 'Kanun altında özgürlüğü'. Tıpkı, Hz. İbrahim'in, put-yapıcı babasına, kendi Tanrısını ispata çağırdığında sorduğu gibi: 'Senin kendi ellerinle yaptığın ve senin dualarına cevap vermeyen putlar, senin Tanrın nasıl olabilir?' Oysaki Hz. İbrahim'in Babası'nın, hiç bir zaman aklına gelmeyen cevap şöyle olmalıydı: 'Ey oğul! Benim tanrılarım görünür, senin ki görünmez. Benim tanrılarım sayıca çoktur, senin ki sadece bir tanedir. Benim tanrılarım benim dualarıma cevap vermez, ama ya senin ki, sana cevap verir mi? Benim tanrılarım benim elimden çıkar, senin tanrın ise senin bilincinden...'


Hz. İbrahim, babasına büyük bir haklılıkla karşı çıktığı düşünce, bütünüyle İnsan'nın kendi eliyle yaptığı putlara -tanrılara- nasıl inandığıyla alakalıydı. Yani, birey'den daha büyük bir amaç olanın kutsanması yâda bireyin yarattığı bir araca tapınma saçmalığı. Fakat Hz. İbrahim sonunda karşı çıktığı şeye, tekrar ve büyük bir şevkle kendini adamayı sürdürdü. Çünkü Hz. İbrahim, artık tahtadan veya çamurdan olan tanrılara inanmıyordu, ama kendi zihninde yarattığı tekil tanrıya inanıyordu. İnsanın eliyle yarattığı tanrıya değil, kendi bilincinin yarattığı tanrıya. Hz. İbrahim hiçbir zaman 'tanrı' fikrine karşı çıkmamıştı. O, tanrı fikrinin yerine somut olan putları değil, soyut olan putu koydu. Tıpkı Liberalizm'in bir şeyleri ortadan kaldırırken, terk ettiği her şeyin yerine bir şeyleri yerleştirmesi gibi, yani, liberalizm; kavramların içini boşaltırken, amacı kavramların içine kendi egoist planlarını doldurmaktı. Örneğin; Kralların yerine parlamento'yu, monarşinin yerine demokrasi'yi, köleliğin yerine özgür-vatandaşlar'ı, devrimin yerine evrimi, yaratıcı-geçicilik'in yerine durgun-genel'i yani kanunları ve bireyin yerine türsel varlık olan insan'ı, biricik-ben'in üzerine yerleştirdi. Liberalizm, bireylerin tekilliğine, eşsizliklerine ve örneksizliklerine rağmen, bireylerin, kendilerinden daha büyük bir amaç için, Hz. İbrahim gibi, bütün vatandaşların boyun eğmelerini ve kendilerini feda etme biçimlerini bir diğeriyle değiştirmiş oldu.


Hz. İbrahim'in yeni-putperestliğini, yani, kurum olarak dinin bir devamını Liberal Demokrasi de görürüz. Liberal Demokrasi, egemenlik kavramını hiç dokunmadan, bizi kimin ve nasıl yönettiğine kafa yorar? Liberalizmin tanrısı, Hz. İbrahim'in tanrısı gibi bizi yönetmeye devam eder. Bununla beraber, 'Her zaman, her yerde geçerli olan' kanunlar, aynı Hz. İbrahim'in Tanrısı gibi her zaman ve her yerdedir. Ezeli ve ebedidir. Hz. İbrahim'in Tanrısı için bütün bireyler birbirlerinin eşitidir, tıpkı Tanrı'nın önünde olduğu gibi, liberal düşüncede de, kanun önünde bütün insanlar eşittir.


Her zaman ve her yerde geçerli olan kanunlar, ezeli ve ebedi olan Hz. İbrahim'in Tanrısı gibi; ona ne kadar boyun eğersek, dediklerini yaparsak; bizi ödüllendirir ve sevindirir, ama ya dediklerini yapmaz isek, işte o zaman bizi cezalandırır, suçlar ve yargılar. Liberalizm'in Tanrısı; Hıristiyanlıktaki gibidir. Ne de olsa ikisi de Batı kökenlidir. Batılı İnsan'ın kafasının içinde yarattığı kutsal üçleme, yani, Baba, Oğul ve Kutsal Ruh'a karşılılık, Liberalizm, kutsal mantığı hiç değiştirmez: Yasama, Yürütme ve Yargı. Bu, kutsal üçleme, biricik-ben üzerinde uygulanan Liberal ideolojinin tahakküm mekanizmalarıdır. Max Stirner'in deyişiyle: "Kilisenin ölümcül günahları varsa, -Liberal- Devletin sermaye suçları vardır; birinin sapkınlıkları varsa diğerinin de hainleri vardır, biri kiliseye dair cezalar veriyorsa diğeri yasaya dair cezalar verir; biri engizisyon süreciyse diğeri maliye sürecidir, kısaca orada günahlar, burada suçlar, orada engizisyon ve burada da engizisyon"


Bundan başka, liberal ideoloji, insanın insan üzerindeki sömürüsünü ortadan kaldırdıysa da, beni yada seni, yani bizi bir bütünün eşit parçaları olarak görerek, Biricik-Ben'leri bir türsel varlığın altında birleştirdi: İNSAN... Aynı, Thomas Hobbes'un kitap kapağındaki Kral-Tiran'ın bedenini oluşturan birey kafaları gibi, Liberalizm de bireyleri bir görev adamı, yurttaş (devletin kölesi) ve iktisadi-insan olarak adlandırır ve biricikliğimizin üstünü örter. Liberalizm; beni veya seni, bir olduğumuzu iddia ederek, eşsizliğimizi ve örneksizliğimizi bir kenara koyar ve otantikliğimizi anlamsızlaştırmaya çalışır. Neye dayanarak? Tabii ki İnsan oluşumuza... Peki, liberal bunu ne için ister yâda bundan ne kazanç sağlar? Tabii ki kendi egoist planı için, benim yâda senin biricik-bencil olmamamızı ister. Bir insan olarak, ben yâda sen, ayrı kişilikler olmadığımız gibi, genlerimizde aynı değildir. O zaman insan olarak, benden yada senden istenen nedir? Yegâne olan genlerimizi ve bir olmayan bedenlerimizi, var olmayan bir tanrıya adamak; bu Hıristiyanlık için Yüce İsa, Sosyalizm için Toplum, Liberalizm için İnsan'dır. Hepsinin egoist planı var olsa da, bunu var eden bireyin biricik mantığıdır. Mantık yâda Bilinç, her ne derseniz deyin, eşsiz olarak bana aittir. Demek ki, bütün hayaletlerin, sabit fikirlerin ve bütünlüklerin yaratıcısı: Benim. Ve benim meselem bana ait ise, be yaratıcı-deha! Kendine nasıl olurda, görevler ve ödevler yüklüyorsun. Sen! Eşsiz ego! Kendi meseleni unutup, hangi amaca hizmet etmeye kalkışıyorsun, kurduğun bütünlükler senden dolayı, varsaydığın hayali kahramanlar senin üretimin ve kafanda oluşturduğun sabit fikirler senin mantığın, o zaman, neye inandığına dikkat et! Hangi yüksekliklere tutunduğunu düşün! Ve kendini neye vazifelendirdiğine iyice bak! HER ŞEY BENDEN DOLAYIDIR ve HİÇ BİR ŞEY BENDEN ÜSTÜN DEĞİLDİR. Çünkü gerçeğin yegâne kriteri biricik-ben'dir. Sonlu ve cismani bir beden olan Biricik-Ben'in, diğer bütün sabit fikirlerden farkı budur. Onlar, senin kafanda ürettiğin bilgiye, ellerinle yarattığın emeğe ihtiyacı var, Senin neye ihtiyacın var? Sadece kendine veya hiçbir şeye!!!

II


Liberal düşünce, Hıristiyan dininin Tanrısından aldığı kuvvetle hükmeden Tiran-Krallar gibidir. Liberalizmin kendisi de, İnsan soyunun mükemmel davranışlarından aldığı kuvvetle Kanunlar aracılığıyla hükmeder. Tarih boyunca, bireye köle muamelesi yapan, baskı kuran, eylemlerine karışan ve düşüncelerine kısıtlama getiren bütün ideolojiler gibi Liberal düşünce de, Biricik-Ben'in bütün otantik özelliğini rafa kaldırır. Bireyin biricikliğini görmezlikten gelerek, bütün ideolojilerde karşı çıktığı şeye, bizi bir insan olarak genelleştirerek adlandırır: Kolektif topluluk yâda toplumculuktan ayrılmayan bireycilik.[1]


Evet! Liberal ideolojinin ortadan kaldırmak istediği ama 'hoşgörü hümanizm'ine yamadığı bu baskıcı kavram tekrardan hortlar: Kolektivizm. Hem de bireye daha fazla işkence etme potansiyeline sahip olarak. Çünkü liberalizm göklerden gelen bilinmeyen bir güçle baş etmeyi, o gücü yere indirerek başarmıştır. Fakat güç; hak ve adalet olarak soyutların en soyutu olan: Kanuna geçtiği an, yani, kutsal olanı insani-iyi haline getirerek, zor ve baskıyı, artık öbür dünyada değil, bizzat burada yaşayan bireyde uygular. Birey, bu dünyada kanuna aykırı hareket ettiğin an, cezalandırılır, cehennem artık bu dünyadadır, egoist için kaçış yoktur, kanun nerde olsa biricik-ben'leri bulur ve zulmeder. Çünkü kanun, Biricik-Ben'i istemez. En’lerin eni, yani, Kutsal-Yasa, biriciklikten öte, genel’e hitap eder. Genel, bireyin otantikliğinde değil, bireylerin ortak özünde arandığı için, her birey’i gen kodunun ve parmak izinin ayrılığı yüzünden suçlar ve bu durumu kabul edemez. Bunun için, her bir bireyde mutlak bir öz aranır; diğer ve öteki olan herkeste olan ve bedeni-ben’den ayrılmayan bir öz: İnsan…


Biricik-Ben, kendi hareketlerini meşrulaştırmaz, sınırlar çizmez ve kontrol altına alınmak istemez. İşte bu yüzden 'Kanun altında özgürlük', başkalarının rüyasıdır, ötekinin haklarıdır, benim ve senin değil. Benim ve senin olmayan bir kanun, benim kendimin ilgilenebileceği bir şey değildir. Benim kendim olma yolunda önüme dikilen anayasa; yükümlülükler, görevler ve ödevler yükleyen bir kanun ancak benim düşmanım olabilir. İnsan hakları, sırf bu yüzden, bana karşı yapılmış bir kanundur. Benim kendim olma yolunda atacağım her adımda bana dur demenin Türkçesidir. Örnek mi istiyorsunuz, alın size 1947 yılında yapılmış Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda karara bağlanmış İnsan Hakları Beyannamesi ve Madde 4: Hiç Kimse kölelik veya kulluk altında bulundurulamaz, kölelik ve köle ticareti her türlü biçimde yasaktır. Öyle mi sizce? Kesinlikle hayır! Hiç kimse kölelik ve kulluk altında bulundurulamaz ise nedir peki öyleyse bir İnsan’ın devlet'in vatandaşı olarak yaşamaya mecbur edilmesi. Nasıl ki, bir feodal bey, kâhyasıyla serfleri kontrol ediyorsa, devlette kanunuyla, polisiyle ve askeriyle vatandaşını kontrol eder. Nasıl ki, feodal bey, üretilen üründen kendi payını fazlasıyla alıyorsa, devlet de vatandaşından zorla vergi temin eder. Nasıl ki, feodal bey serflerini damgalıyorsa, modern devlet de vatandaşlarına nüfus kimlik numarası verir. Serfler, feodal beyin kölesi ve kuludur, vatandaşlarda devlet'in. İnsan Hakları, böylece, kendi gerçeğini açığa çıkarır: 'Benim türsel varlığım anlamında özgürlük, artık, İnsan Haklarıdır, yoksa biricik-ben'in kendisi olma yolundaki davranışlar değil. Böylece, İnsan hakları, beni yönlendiren, yöneten, boyun eğdiren ve eylemlerine sınır koyan bir tahakküm beyannamesidir. Başka bir şey değil'

III
Liberalizm, Dini savaşların son bulması için, Avrupa'da yapımına başlanmış bir hoşgörü inşa hareketidir. John Locke; biricik- ben'lerin birbirlerinden tamamen farklı ve birbirlerine karşı olmalarından dolayı çıkan çatışmaları önlemek için ortaya çıkardığı ideolojisi, artık, köleleşmenin, sefaletin ve hoşgörüsüzlüğün ta kendisidir. İnsan özü bir kurmaca ve haklar ise bir soyutlamadır. Hümanist aydınlanmanın karşı çıktığı bütün idealler aslında, isyan ettiği kategoriler üzerine kurulmuştur. Hıristiyanlığın Tanrısı; dini savaşların sonunda, yenilenlerin ve ona karşı işlenen günahları bir cehennemde yakacağına nasıl söz verdiyse, Liberalizm de, bireyin ortak atasına yani genel genleri olan İnsanlık adına işlenen suçları cezalandıracağına dair söz verir -Kim ki, İnsan Haklarını hiçe sayarsa, o insan değildir. Çünkü sözde bir kâğıt parçası olan insan hakları beyannamesinin belirttiği tarzda bir insan olamamışlardır, onların, onayladığı norm ve ideaların dışına çıkmışlar olarak, yani egoistler, liberalizm'in şeytanıdır.


Bir sözleşme türü olarak İnsan Hakları Beyannamesi, siyasal liberalizmin eseridir. Bunun için, İnsan Hakları ile Siyasal Liberalizm; herkesin kendi içinde özsel bir insanlık çekirdeği olduğu ve insanların ona uygun olarak yaşaması gerektiğini iddia eder: insan olarak bireylerin, eğer bu öze karşı gelirlerse yâda bu özü ihlal ederlerse 'gayri-hümanist' sayılırlar. Mesela, liberal, bireyler arasındaki ekonomik ve beceri farkları yüzeysel olarak görerek, bu farkların ötesinde hepimizin ortak bir öz taşıdığına bizi ikna eder -hepimizin insan olduğumuzu fark etmemizi sağlar. Bu, siyasal liberalizmin amacıdır. Niyet apaçıktır, liberal siyaset’e meşruiyet kazandırmak, yeni düzenlemeler getirmek ve kurumlara dair farklı umutlar bağlayarak, tahakkümü, liberal-devlet ve liberal-toplum üzerinden işletmek. Öyleyse, siyasal özgürlük; kimsenin birbirine emir veremediği ama Kutsal-Yasa’nın yasak ve önerileriyle hareket etmeye meşruiyet kazandırdığı İnsan’ın dünyasıdır. Bu dünya; Tekil’i Genel’e, Mikro’yu Bütün’e, Biricik-Ben’i İnsan’a, Egoist’i Kolektivist’e ve Beğeniyi ortak güzelliğe bıraktığımız bir yerdir. İktidar; artık Kral’ın asasında yâda Süper güçlerin savaş makinelerinde değildir; bireyin kafasındaki girift çarklardadır.


Liberal-Tahakküm'ün krallığı, İnsan Haklarını bütün dünyada meşru zemine oturttuktan sonra başlar. Biricik-Ben, böylece, kendi eşsizliğini, örneksizliğini, hiç olmayacak fotokopisini ve fizyolojik doğasını, kendi içine çekilerek yâda bir çıkarlar ilişkisinde görmekten çok, yazılı kutsal bir kitap'ta görür. Bu, öyle bir kutsal-yazıttır ki; bütün her şeyi içerir. Gelecek ve geçmiş, artık, bir köprüde, insan hakları beyannamesinde buluşur. Ölüler mezarlarından, gelecek ise cenin öncesi dönemden kalkıp gelir ve bugünde buluşurlar. Bugün ise yapıcıların en yapıcısıdır, tarihin tutkalıdır. Liberal-Demokratlar artık yazılanın bozulmayacağında iddialıdırlar. Ve tarihin sonu gene bir liberal tarafından ilan edilir: Francis Fukuyama ve son insan...


Sonuçta, artık bireyler, biricikliğin apayrı, özel ve tek olan varoluş mücadelesini geri plana iterek, kendilerini, genel görüşe havale ederler. Artık hüküm; Sosyal Güvenlik, Gayri safi milli hasıla, toplam talep ve arz gibi genel bütünlüklerdedir. Bireyin biricikliğinde saklı olan, ne yazık ki çok az şey kalmıştır. Tarihin sonuna inanan Hegelci-Liberaller, kendilerini bir bütün de toplayarak, egoist bütün çabaların bir anda yok olmasını dilerler. Amaç kolektivist planın tarih önünde zaferle ayrılmasıdır. Sonrası bir hiç değildir ama umut biricik-ben’dedir. Çünkü İktidar ne yazık ki; bireyin zihninden hayat’a akan bir oluştur ve bu oluş ırmağı her an terse akabilir. Tahakküm; hayat’tan zihne dolaşımını gerçekleştirdiğinde, bilakis, iktidar egoist’in bir gerçeği ve oyuncağı olabilir…


IV


Devlet’in ekonomiden çekilmesini isteyerek bir liberal, devletin karşısına bireyi çıkardığını düşünen entelektüelleri fena halde yanıltır. Liberal, bireyin özel olarak mülk sahibi olması için eylemlerini özgür bırakmak niyetinde değildir, onun, amacı, kendi bekası için, suyun başında olduğu iktidarın yani devletin daha çok zengin olmasını ister; vergi toplamaya, askere almaya ve kanunlarıyla bireye sınırlar koymaya devam eder ve bundan hiçbir zaman vazgeçmez. Liberal siyaset, devlet’in karşısına bireyi değil, bireyi insanileştirerek, iktidarını sürdürmenin yolunu bulmuştur. Evcilleşmiş insan, artık otantik olma arzusunu genel’e bırakarak; genel oy, kamu yararı ve anayasa gibi bütünlüklere kendini kaptırmıştır. Liberal siyasetin mantığı budur, bireyin güç istencini, siyasileştirerek biricik-ben’in isyanını savuşturmak ve afyonlaşmış insanların konforunu maksimize ederek kısa dönemli çıkarlara dayalı işbölümü sistemini liberal topluma olağan göstermektir. Oysaki gerçeği, kendimde bulmam gerekirken, liberal, beni yâda seni, kendi bilincine çekerek, hedeflerini ve isteklerini, benim yada senin mantalitene kazır. Tehlike asıl budur: Liberalizm, hümanist iddiasını bir barış ve adalet fetişizmine çevirir ve senin otantik, eşsiz, tekil ve farklı olduğunu sana unutturur.


Eşit olarak sayılmak, insan olarak doğmak için yeterli sebeptir. Liberal mantık, bireysel eşitliği türdeşlikte bütünleştirerek, hepimizi özünde bir tutar. İnsan olarak birey, varoluşunu türsel varlığa borçludur. Liberalizm, Hıristiyan dini anlayışın ahlakını ve söylemini ‘İnsan hak ve özgürlükleri’ bağlamında tekrar eder. Liberalizm’in diğer ideolojilerden ayırt edici özelliği olan bireycilik anlayışı böylece yerle bir olur. Çünkü liberal, kendine bir eşit bulur: İnsan… Oysaki Hayek ile Mises bir değildir; bir oldukları hiçbir şey yoktur. O zaman, liberal, bir diğerini ötekine ne diye eşitlemeye kalkar? İlkel Kolektivist anlayışı seküler bir yorumla, yani eşitliği türdeşliğe indirgeyerek biricik-ben’leri tahakküm altına alır ve bireyin özgün ve özel varoluşunu hiçe sayar. Artık, İnsan hakları dünyasında, birey özel olarak kendinden kendi olduğu ile değil, ne olduğu ile ilgilenilmektedir, doğuştan gelen hak ve özgürlüklerle ilgilenilmektedir. Bir liberal için doğmuş olmak yeterlidir. Çünkü hak ve özgürlükleri beraberinde getirir. Tıpkı Hz. İsa’nın doğuştan kazandığı yetenekler gibi sıradan bir bireyde artık ulvileşmiştir. Ulvi birey olmak için seçilmek şart değildir. Doğmuş olmak gereklidir. Hiçbir deneyim, hiçbir yetenek yâda hiçbir güç önemli değildir. Birey doğar ve herkesin sahip olduğu hak ve özgürlüklere sahip olur. Ebedi hak ve özgürlükler böylece bütün bireyleri genelleştirir ve bütünleştirir. Sonuçta birey türdeş varlığına doğarken yenilir. Eğitim ve ‘toplumsal sözleşme’ doğarken verilmeye başlanır. Böylece, Liberal, bireyi topluma ve devlete doğarken bağlar ve bireyi bir bağımlı haline getirir.


Birkaç istisna dışında bağımlı-birey, liberal bir düzende düşünceleri, kararları ve arzuları ‘medyatik bir yaşam alanına’ sıkışır. Bir kaç kişi, düzen dışına çıktı mı? Hemen yafta yapıştırılır: ‘Özel yaşam’! Karışılamaz!” ‘Özel yaşam’ alanını çoğaltmak bireyi bağlarından koparmaz, birey gene toplumun ve devletin kontrolünde arzularını işler. Çünkü bağımsız-birey karşı olduğu bağımlı kavramından bütünüyle kaçamaz. İktidar, ‘Özel Yaşam’ alanında kendini tekrar doğurur. ‘Özel Yaşam’ alanında artık, bireyin ‘Doğuştan gelen dokunulamaz hak’ları vardır. Takip edilemez, resmi çekilemez, mülküne girilemez ve yaşadığı hayata karışılamaz, ama ‘Özel yaşam’ alanına sahip bir birey asla devlete ve topluma karşı savaş açamaz; vergi vermeyi, askere alınmayı, düşüncelerini devlete ve topluma yöneltmeyi asla aklına bile getiremez… Çünkü ‘Özel alan Bireyi’ insan özüne ait olduğu sürece diğerlerini ve ötekini kendi gibi bileceğinden; kendi özel alanında da kendi bildiğini değil toplumun ve devletin, yani iktidarın dediğini yapacaktır. Böylece, iktidar kapanı, özel alanda daha çok etkili olacaktır. Aile reisi kimdir? Sorusuna, bir liberal, ‘hem kadın hem erkektir’ cevabını Anayasa’da verdikçe, özel yaşam denilen şey sadece ‘kanunun istediği yaşam’dır, biçiminde şekillenmek zorundadır.


Liberalizm, bireye, herkesin sahip olmak için hiçbir çaba göstermediği güç’ten yararlandırarak, bireye hak ve özgürlükleri bahşeder. Bu öyle bir armağandır ki; Hiç kimse hakların ve özgürlüklerin neye yaradığını bilemez. Hak ve özgürlükler için hiç bir özen göstermeyen birey, onların varlığı ile herhangi bir yaşam tasavvur edemez. Liberalizm böylece amacına ulaşır. Yani, Liberalizm yoksa, insanca yaşam yoktur. Çünkü liberalizm olmazsa bireyin doğuştan kazandığı hakları ona kimse veremez. Tıpkı Hıristiyan kardeşliği veya Sosyalist eşit ekonomik özgürlük gibi Liberalizm de var olmayan hayali idealini yürürlüğe sokar. İnsanı, iyiye, güzelliğe ve mutluluğa çağırır ve ona bir sosyalist’in emeğine karşılık ortak zenginlikten pay vermesi yâda bir Hıristiyan’ın arındırılmış bir ruha karşılık cennet vaat etmesi gibi liberal de, bireyden otantikliğini ve biricikliğini vermesi karşılında hak ve özgürlük dağıtır. Hak ve özgürlükler, böylece herkes de bulunur ve herkes tarafından kullanır. Bireyler, türdeş varlıklarında eşit olarak görülürler ve tekbiçimli bir var oluş mücadelesinin içine atılırlar. Liberalizm de, bireyi, liberal-toplum ütopyasına doğuştan verdiği hak ve özgürlükler bağlamında sokarak, liberal-toplum üzerinden iktidarını yönetir ve yürütür.


V


Kısaca, Liberalizm, bireyin biricikliğini yadsıyarak, onu kendi istekleri ve hareketleri ile baş başa bırakmaz. Doğuştan, biricik-ben’leri temel hak ve özgürlükler cenderesine sokar. Bireyin ilgisini ve yaratısını kendi üzerinden alır ve Ego’lar savaşından, bireyi kendi ilgisinden uzak tutar. Böylece Liberal idealler, Ego’nun kendi meselesi haline gelir. Egoist amaçlar, artık liberal ütopyanın kendisi için çalışır.


Liberalizm, yaşamın gerçek nedenini İnsan adlı büyük anlatıya kaydırarak, herkesin herkes ile savaşımında ego’nun planını boşa çıkartır. Ego sınırsız rekabetle elde edebileceği şeyleri, liberal, doğar doğmaz bireye vererek, bireyi uyutur ve kendi hedeflerini bireyin kafasına yerleştirerek, bireyin gelişimini ‘insan’ gelişimi üzerinde çalıştırır. Liberal iktidar, biricik güç istencini ego’ların her birinden isteyerek kaybedeceği vakti, bireyin eski alışkanlıklarına kendi tahakkümünü monte ederek yoluna devam eder. Yani, liberal, Din kurumlarının kavramlarını kullanarak, iktidar kodlarının yerine kendi şifrelerini yerleştirir. Özetle, Liberal tahakküm, bireye eski bir düşmanla yaklaşır: Kolektivizm… Fakat liberal, bireye toplum anlayışını zorla kabul ettirmeden, bireyin tüketimini Adam Smith’in işbölümüne bağlayarak gönüllü bir boyun eğmeye sokarak bu işi başarır. Liberal, Ego’nun dışsal emeğini yükümlülüklere, hak ve özgürlükler nosyonunu da bireyin içsel düşüncelerine çevirerek, biricik-ben’i alt-üst eder. Neticede, biricik ifadeler, eylemler ve mülk, ‘insanın temel hak ve özgürlükler’ kriteri haline gelir ve böylece egoist görüş tarihten silinip gider. İnsanın özgürleşmesi ve tüketilecek şeylerin bollaşmasına dair Hümanist Aydınlanmacı söylem fanteziden hakikate doğru yol alır. Bu şekilde insan, hakikate boyun eğer, burada direneceği bir yer kalmadığı gibi artık kavramlara da şüphe getirmez. Çünkü birey kendi kendisini tüketerek, mantığını ve bedenini bir düşmana ‘genel ilkeye: İnsan Haklarına’ bırakmıştır. O ne derse, o’dur. O, tahakkümün alacağı en kötü efendidir. Stirner’in bir karamsar bir de umutlu sözleriyle bitirirsek: “Kutsal’a inandığınız sürece kendinize inanmıyorsunuz ve siz bir uşak, bir mutaassıp insansınız” “Kutsal, hakikat karşısında hiçbir zaman kesin zafer kazanmamıştır, ama her zaman benim zafere giden bir aracımdı: Hakikat… Tıpkı silah gibi”

-BİTTİ-

[1] Bireycilik: tekil, eşsiz ve örneksiz Biricik-Ben’i temsil etmez. İnsan özünü içinde barındıran Ego’ları, bir bütün hale getirerek, kolektivist bir ruhu anlatmaya yarayan bir genelleştirme ifadesidir. Aslında Biricik-Ben kesinlikle ifade edilemez. Çünkü başkasına ait bir kavram olarak seslendirilen, yazılan ve okunan; Ego, bilakis başkasına aittir. Ve Ego bir kavram olduğu sürece bir ruh ve hayalettir. Oysaki Ego, kan ve beden olan ölümlü bir anlatılamayandır. Ego, yaratıcı-geçici olarak ne genel, ne bütün, ne de bir öze aittir. Kendisine has ve başka bir Ego ile bir olmayandır. Ego’nun eşiti kendisi bile değildir…

22 Haziran 2007 Cuma

EVLİLİK TAHAKKÜMÜNDEN AŞK TAHAKKÜMÜNE

- TÜRK KIZLARINDA CİNSELLİK -



‘Tuvaletlerin cinslere göre ayrılması kadar, kadın-erkek cinselliğini de ayırmak o kadar ırkçı bir yaklaşımdır’ diyenlerdenseniz, buyurun bu yazıyı okuyun… Fakat pisuvara işemeye çalışan bir kadınsanız yada bunu normal karşılayan bir erkekseniz… Bu yazı tamda size göre.



Ne sıkıntılı yıllardı oysa… “Anneler, kızlarını sakınır. Nuri Alço’lardan korur. Asla ev partilerine göndermezlerdir. Bu muhafazakar anneler yüzünden, erkekler ilk cinsel deneyimlerini ya genel evlerde yada tüm iyi-kızlar gibi evlendikleri gün gerçekleştirirlerdir. Herkes için sıkıntılı ve sıkıcı yıllardı onlar”… Sonra bir anda Berlin Duvarları yıkıldı. Bu acı dolu yılları geride bırakan kızlar, anne oldular. Ve her şey bir rüyaya dönüştü… Artık erkekler için ilk deneyim genel-olmayan bekâr evlerinde yada bizzat partnerleri tarafından seçilmiş yerlerde, olaylar vuku bulmaya başladı. Fakat her iki cins içinde sıkıntı, acı, kan ve gözyaşı durmadı…


Nasıl olsun ki; eskiden anneler, kızları için cinselliğin pis, ahlak-dışı ve olmaması gereken bir kavram olduğunu öğretirlerdi –ta ki evlenene kadar-. Şimdiler de ise cinsellik, Modern Anneler sayesinde, kahkahalarla son bulacak yatak fantezilerine, hazzı yaşama özgürlüğüne, umut bağlanacak bir kadın hakkı ve eğlence aracı olduğuna hükmedildi –ta ki âşık olana kadar!


Dün, sevişebilmek için evlenmek şartken, bugün modern kadının sevişme şartı artık âşık olmaktır. Bir tahakkümden, bir başka tahakküme geçmek yani… Türk Kızları için sevişmek, bir nedene bağlı olması lazımmış gibi… Diğer tarafta ise “moderniz ama özgürüz de ağabeyler!” diyen yarı-feminist kadınlarda var ve bu şartlara bağlanmış cinselliği yıkma peşindeler. Fakat ne yazık ki, yıktıkları şey kendileri ve tahakküm yerli yerinde durmakta, bu ‘Free-Love’cı kadınlar, bunun bilincinde de değiller. Oysa onlar, “Zevk almanın temel koşulu ne evlenmek ne de âşık olmaktır, sadece seksi sevmektir.” Diyorlar ve sevişmeyi bir nedene bağlamaktan geri duramıyorlar: Sevmek, yani “moderniz ama özgürüz de ağabeyler!” kadınları, sevgisiz bir seksi kabul edemiyorlar. Onlar, kendi bedenlerini tanıyorlar, nasıl ve ne şekilde haz alacaklarını biliyorlar ama seksi, partnerini sevme ve seksi sevme olarak sınırlıyorlar. Netice de cinsel özgürlüklerini serbest bırakıyorlar ama kendilerine set çekiyorlar. Cinselliklerine bir ahlak kılıfı geçiriyorlar: Korunaklı Seks… Oysaki Türk Kadını, cinselliğine sahip olmak yoluyla değil, cinselliği; üremenin, arzunun ve özgürlüğün yüklediği bir görev olarak görüyorlar. Kızlık zarını, bedenlerinde yırtıyorlar ama kafalarından bir türlü atamıyorlar… Türk Kadını için namus artık bedende değil, beyin zarlarında kalmış durumda… Bu Korunaklı seks anlayışı, yani cinsel ahlakçılığın yeni bir hâkimiyet yolu ve Türk Kadınına eskisinden daha çok zulüm etmekte…


Evlilik- Aşk- Sevgi gibi ‘Şeytan üçgen’leri, Türk kızlarının yakasını bir türlü bırakmıyor. Tahakküm kendi iktidarını, cinselliğin özgürlük kanadından tekrar üretiyor. Evlilik olmadan seksi düşünmek, âşık olmadan seksi düşünmek ve sevgi olmadan seksi düşünmek sanki imkânsızmış gibi. Türk kadını, seksi takısız, sıfatsız, ön-yargısız ve ön-adsız düşünemiyor… Ben, buna “Ön-Sevişme” takıntısı diyorum. Türk kızları için sevişmek, ne yazık ki, “Ön-Sevişme” takıntısı yüzünden okşanmak, dokunmak, hissetmek, güven ve huzurlu bir kaçışa bağlı. Yani cinselliği bir bütün olarak göremiyorlar. Ve Türk kadını, bu yüzden, başlı başına sekse karşı, Hayır! Diyor. ‘Olumsuzladıkları’ sadece seks olsa, sorun değil, ama kendisine, kendi doğasına hayır diyor Türk kadını…


İlla bir neden mi bulmalı seks için? Hayır. Peki, Seks özgürleşmeli? Hayır. Çünkü seks özgürleştikçe, birey köleleşir. Seks özgürleşirse, eğer Freudvari bir düşünce çıkar ortaya. Freud kısaca Descartes’in ‘Düşünüyorum, öyleyse varım’ determinizmini ‘Her şeyin altından seks çıkar’a dönüştürerek, seksi olmazsa olmaz bir yaşam alanının bütününe çevirmiştir. Freudçular; rüyaları, hayalleri, sanatı, sporu ve kültürü seksin bir aracı olarak görerek, cinselliği, insani bütün davranışlarının amacı haline getirmişlerdir. Yani, yukarıda yakınarak bahsettiğimiz seksi ön-adlardan kurtarmak kadar, seksin yaratacağı ön-adlardan da kurtulmalıyız. Seks, özgürlük alanını genişlettikçe, bireyin; davranışlarına, mantığına ve kendisine hâkim olur. Kısaca, bilincini alt üst eder.


Cinsellik, her şey olduğu sürece, birey cinselliğin bir alt koludur. Oysaki cinsellik varolduğu için birey yoktur. Cinsellik, kutsal-olmayandır ve bireyin dünyadan yararlanma ve tüketim biçimidir. Cinsellik varoluşunu, bireyin varoluşuna bağladığından, birey, cinselliği basit bir nesneye çevirmekten başka bir düşüncesi olmamalıdır. Ego, cinselliği, kendisinden daha önemsiz bir eyleme çevirmedikçe, iktidar, insan türünü; çoğalma potansiyeline sahip bir nüfus olarak görür ve seni kontrol etmeye başlar. Sen, cinselliğini bir ‘yaratıcı-geçicilik’ten, sabit cinsel kimliklere bağlarsan eğer, vay haline! Sonra, iktidar, senin doğuracağın çocuktan, beslenme alışkanlıklarına kadar sorgular. Bununla da yetinmez; ne kadar sıklıkla cinsel ilişkiye girdiğini ve mastürbasyon yaptığını araştırarak, ülke ekonomisine verdiğin zararı tespit eder ve ‘seni verimliliği düşürmekle suçlar’. Böylece, birey, cinselliği kendisinden türeyen basit, gelip geçici bir arzu ve beden hareketleri olarak görmediği sürece, birey, cinselliğin bir verimlilik alanı, bir nüfus aracı ve üreme oyuncağı olur. Niye mi? Bugün cinsel aktivitesini, normalin ve iktidar söyleminin dışında gerçekleştiren her cinsel kimlik: sapkınlık, iktidarsızlık ve cinsel hastalıklarla suçlanmaktadır. Neden mi? Devlet, bireyi, omlet yaparken kırdığı yumurtalara benzetir de, ondan. Bu yumurtalar, devletin kontrolünde üreyen askerler, gayri safi milli hasılayı arttıran vatandaşlar ve vergi veren yolunmuş kazlardır… Leviathan için cinsellik bu yüzden çok önemlidir. Cinsellik tahakküm frekansını birey üzerinden arttırdıkça, birey küçülür ve özgürleşen cinselliğin önemi artar, fakat bir şartla, birey buna bilinçli olarak boyun eğecektir: “Cinsellik özgürlük kalkanı altında iktidarını pekiştirdikçe, birey iktidarsızlaşır.” Cinsellik bir ortaklaşacılık olarak, partnerlerin; hazlarını, arzularını, pozisyonlarını ve fantezilerini bir kenara bırakarak giriştikleri toplumsal bir görevdir. Ortaklaşacılık olarak ifade edilen cinsellik, bir toplumsal bağın gözetimi altında işler ve partnerlerin her biri, diğeri karşısında hoşgörü, utangaçlık ve ayıp sürecinde kendisine sınırlar koymak zorundadır. Partnerini incitmemek aslında kendini acıtmaktır. Böylece, partnerler; doyumlarını, isteklerini ve hedeflerini beslemekten çok, büyük anlamlarla Cinselliği beslerler. Cinsellik, partnerlerin kendilerinden vazgeçtikleri oranda, kendi özgürlüğünü büyütür. İşte bundan dolayı, “seks özgürleştikçe, birey köleleşir”.


Cinsellik, ‘herkesin, herkesle savaşımında’ bir yer kapma alanıdır. Ve bu alan, sınırlı bedenlerde sınırsız sayıda biricikliğe bağlıdır. Kendime nasıl sahip olacağımı bilirsem ve başkalarının yapacağı hamlelere karşı kendimi terk etmezsem, bütün cinsel ilişkilerde ve koşullarda, ben, kendi cinselliğimi kendi biricikliğimde yaşarım. Cinsellik, bütünüyle egoist bir tavırdır. Çünkü yaşanılan her deneyim, alınan her haz ve işin eğlencesi, hep benim kendimi öne-sürerek, karşımdakinden elde ettiğim kazançlardır. İlişki, benden-sana’yı, senden-bana’ya çevirmenin mücadelesidir. Tıpkı bir piyasa rekabeti gibi, ‘hep hisseden olmak için arzulamak ve ilişkiyi bir alış veriş gibi görüp, haz alıp-haz vermeye dönüştürmek’…


Yaşamın keyfini çıkarmak, bireyin bir varsayımıdır, fakat her seferinden bir kez daha keyfini çıkarmak için yaşamak zorunda olduğumuzu bilmek gibi, cinsellikte kendini bu yaratıcı-tüketimde var eder. Ve böylece cinsellik, bireyin bir keyif alma seansına dönüşür. Egoist bir bakış, cinselliği nasıl yaşayacağına dair kendine verdiğin güçte saklıdır. Ne kadarını yani güç istencini, cinselliğe yöneltirsen, başarılı olma ihtimalin o kadar artar. Benim dışımda belirlenen cinsel değerlere, fantezilere yani arz ve talebin dengesine ise sözüm kısadır: “Cinselliğim, onu nasıl elde ettiğime ve onu benim elimden alarak; topluma, ahlaka ve normalliğe göre adapte etmeye çalışanlara karşı verdiğim mücadelede saklıdır.”


Evlilik tahakkümünden, aşk tahakkümüne oradan da sevgi tahakkümüne yem edilen cinsellik, artık, ona, nasıl sahip olacağımıza ve onu nasıl kullanacağımızı bildiğimizde; cinsellik bizim için egoistleşir. Yoksa cinsellik ya bizi kullanır veyahut bizi kendisine, enerji veren bedenlere dönüştürür. Eğer, Türk kadını kendi cinselliğini eline almak gibi bir niyeti varsa bugünden itibaren stratejisini ne olmak istediğine yada cinselliğin ne olması gerektiğine yoğunlaştırmamalıdır. Kadın cinselliği ne olmuş ise ona isyan etmekle başlamalıdır. Ve iktidarın ona biçtiği cinsel kimliği reddederek, yalnızca kendisi olmaya özen göstermelidir. Başka bir yol aramak ise ya iktidar kapanına sıkışmaktır yada kapanın ta kendisi olmaktır. Sonuçta birey, aynı bir bitki ve hayvan gibi varoluşunda bir nedenden dolayı dünya da bulunmamaktadır yada onu bekleyen bir görev ve mutlak bir son yoktur. Sonrası, basit bir slogandan ibarettir:

Ey Türk Kızı! Birinci vazifen, vazifeleri reddetmektir.

18 Mayıs 2007 Cuma

WHY I AM NOT A LİBERAL-DEMOCRAT

NEDEN LİBERAL-DEMOKRAT DEĞİLİM?


“Baylar! İçinde yaşadığımız anarşi ortamında toplumun önceki kadar başarılı olduğunu görüyorsunuz. [Parlamentodaki]Tartışmalarımız çok uzaması halinde, halkın biz olmadan da işlerini kolayca yürütebileceğini düşünmemesi için, dikkatli olunuz. ” Benjamin Franklin


Liberal Demokrat değilim, çünkü demokrasiye inanmıyorum. Demokrasiye inanmıyorum, çünkü demokrasinin büyük bir yutturmacadan ibaret olduğunu biliyorum. Demokrasi, bireyin, halk’ın kayıtsız şartsız egemenlik kırbacı ile her an sopaladığı zorbalık düzenidir. Demokrasi bir yönetim şekli olarak, bireyi yönetme şeklidir. Yönetmek, müdahale etmektir.

Liberal Demokrasi müdahaleye karşı bir düzen ise; yönetmeye talip olarak Liberalizm, müdahaleyi geçerli kılmıyor mu? Bu yüzden Liberal Demokrasi, bizi, diğer ideolojilerden daha yumuşak yönetmiş olmakla bizi yönetmekten vazgeçmiyor ki, önemli olan nasıl ve ne şekilde yönetilmek değil, bir şekilde yönetiliyor oluşumuzdur. ‘En iyi yönetimin, en az yönetim’ olduğunu söyleyen özgürlüğün büyük düşünürleri, niye hiç yönetmekten söz etmiyor. Çünkü yönetenler biliyorlar ki, hükümetin nüfuzunu kullanarak kitleyi istedikleri gibi parmaklarında oynatabilecekler. Her türlü çıkarları, keyfilikleri ve güvenlikleri için yönetmek, nihai otoritelerini ve statükolarını koruyacaktır. Kendi özgürlükleri ve çıkarları için yönetmek, yani ‘yasa aracılığıyla mevkii dağıtmak’. Bütün eşitsizliklerin en kötüsüdür.

Adalet ise otoritesini, kendisini oluşturan geleneklerden, insanların bir araya geldiği herhangi bir toplumdan veya kendisine cebri gücün yegane muhafızı ve kullanıcısı ilan eden devlet’in iradesinden yada parlamento’nun koyduğu takdirlerden yetkisini almaz. Adalet gücünü bireylerin özgür seçimlerinin başkalarının özgür seçimleri ile uyumlu olduğu yada uyumsuz olduğunda bireyin tercihlerini çıkarları doğrultusunda uyumlaştırdığı kendiliğinden doğan bir süreçle elde eder. Bu nedenle bireyin özgür tercihleri ve yaşam şekli, otoritenin ve buna benzer yükümlülük koyan her türlü güçten tamamen uzaktır. Herhangi bir insana veya insan topluluklarına, çoğunluk olsun yada olmasın, elzem olsun yada olmasın bir yasayı yada kanunu saymaları için itaat etmelerini emretmek veya insanları zorlamak, ancak tiranların işidir. Ve şu bilinmelidir ki; bizi kim yönetmeye kalkışırsa despotluğa da taliptir. Eğer biz, birisi veya birileri tarafından yönetilmeye rıza gösteriyor isek unutmayalım ki; köleliğe ve birisinin malı olmaya da rıza gösteriyoruzdur. Yönetilmek için rıza göstermek, efendiler yaratmaktır.

I
Tecavüzü, hırsızlığı, haksızlığı, sömürüyü ve dolandırıcılığı kökten yasaklamak, tecavüzü, hırsızlığı, haksızlığı, sömürüyü ve dolandırıcılığı ortadan kaldırmaz. Onları ortadan kaldıracak bizleriz, bizler ise özgür tercihlerimizle donatılmış, akıllı, mantıklı, arzulu ve çıkarcılarız. Biz neyi desteklersek, o ortaya çıkar. Biz neyi tercih edersek, karşımızda o olur. Piyasaya güvenmek böyle bir şeydir. Çünkü piyasa, ufak bir tereddütte, bir müdahalede veya iyiyi ortaya çıkarmak için yönetmeye kalktığımızda, piyasa özgürlüğünü ve adilliğini kaybeder. Doğal yollar ile dağıtılacak gerçek adalet yerine siyasal yolların dağıtacağı adalet ise bizi felakete sürükler. Yani merkezi güçün, tek erk’in ve tiranın keyfi düzenlemeleri ile karşı kalırız ki, bu durumda, bazılarının kayrıldığı ve desteklendiğine şahit oluruz. Siyasal yollar ile adalet dağıtmaya kalmak, yani, kanun yoluyla insanları idare etmeye yeltenmek, demokratik mücadelede yani parlamenter sistemde bir dolandırıcının diğeriyle yer değiştirmesiyle sonuçlanır. Bu da kanunların özünü; sahtekarların, dolandırıcıların, sömürücülerin ve hırsızların ahlakıyla eş duruma sokar ki zaten ‘Kanun Yoluyla Özgürlük’ sadece kanunla birlikte varolur. “‘Özgürlük’, kanun yoluyla varolur” demenin altında güçlü bir yönetme isteği yatar. Özgür irade yani ‘tercih eden birey, kanun olmadan varoluşunu gerçekleştiremez demenin’ altında ise despotluk açıkça kendini gösterir.
Demokrasi ister katılımcı olsun, ister çoğunluğun iradesi, ister azınlık haklarının tanındığı bir uzlaşma şekli olsun. Ne olursa olsun, demokrasi aslen bir yönetme şeklidir. Yönetmek, diğer insanlar üzerinde baskı kurmaktır. Demokrasinin baskısı, oylamadır. Genel oylama, zorbalığın resmileşmesi için yığınların anlık hiddetinden yararlanmaktır. Genel oylama, en çok dört(4) yada beş(5) yılda bir, zor kullanmanın yasallaşması için halkın onayına başvurmaktır. Bu başvuru sağduyunun gölgesinde yapılmaz, daha çok kendi kendine yetebilen sınıfların cezalandırılması için yapılır. Amerika Birleşik Devletleri eski Başkan Yardımcısı Adams’ın deyimiyle demokrasi: “Başka hiçbir mülkü olmayan insanlar, bütün sorunları bir oy çokluğuyla çözme gücünü ellerinde hissettikleri zaman, mülk sahibi olanlara saldırırlar hep; ta ki zarar gören mülk sahipleri bütün sabırlarını kaybedip, çok fazla gücü olanları alt etmek için tekrar kurnazlığa, numaraya ve hileye başvurana kadar. Zira bunların aksi halde direnilmesi gereken pek fazla yeteneği vardır.” Adams, burada sağlam bir temele dayanan demokrasi-karşıtlığını ifade ediyordu. Kısaca diyordu ki; Siyasetin, bütün yönetim politikalarının altında, ekonomik nedenler yatar. Çünkü, politika, cebri gücü kullanmakta tekeline alan devlet adlı örgütlü yağmalama grubuna, üreticileri ve girişimcileri tek taraflı soyma yetkisini vererek, zora ve zorbalığa imkan tanımıştır. Demokrasinin tek olumlu tarafı, bu yağmayı sürekli tutmak için halkı da bu yağma seline dahil etmesidir. Ülkenin tümüne yayılan sömürü ile ekonomik kaynaklar üzerindeki tahakküm aracı, fakir-zengin, soylu-alt tabaka, üretici ve tüketici demeden yağmalamayı kontrolsüz bir şekilde sürdürdü. Fakat, tek bir sınıf; yönetenler, bütün asalakların en kurnazı olduğunu gösterdi. Bu öyle büyük bir el çabukluğuydu ki, yönetilenlerin rızasını alarak, sadece belli bir süre hazinenin ve ganimetin tepesine oturuvermelerini sağladılar. Yönetenler, güç istençlerini öyle güzel pazarlamışlardı ki; genel oy ilkesiyle birlikte, yönetilenlerinde bir gün yağmanın kendilerini bulabileceğini umarak yaşamlarına imkan vermişti. Ne de olsa, o ülkenin vatandaşlığına sahip olan herkes, bir gün Cumhurbaşkanı ve Başbakan olabilirdi yada en azından muhtar…Thomas Jefferson’ın anıt ifadesiyle: “Şunu biliyorum ki, dünya üzerindeki bütün yönetimler insan zayıflığının bir izini, bozulma ve yozlaşmanın bir tohumunu taşırlar. İşte kurnazlık bu tohumu keşfeder, kötülük insafsızca açığa çıkar, yeşertir ve geliştirir.”

Goethe ünlü eseri Faust’da, “Bize, kendi kendimizin efendiliğini vermeden ruhumuzu özgürleştiren her şey felakete götürür”, derken ve hakikati söze dökerken acaba demokrasinin yönetim şeklini de düşünüyor muydu? Daha önce birer bireyken, asla yapmayı düşünmedikleri şeyleri, yönetmeye kalktıklarında bir doğa olayı gibi normal karşılamalarının altında hangi dürtüler gizliydi. Mesela; tren soyan haydutları her seferinde hapse sokmak isteyen bir insan, devletin başına geçince, başka ülkelerden gelen mallarla dolu gemileri, trenleri ve uçakları gümrükte bekleterek ve belli bir ücret karşılığında karşı tarafın mallarını teslim etmelerine izin vererek, aynı soygunu işlemiyorlar mı? Yada, özel cinayeti yasaklama yoluyla adaleti yerine getireceğini söyleyen bir yönetici, savaş kararı alarak genel cinayeti bir baş-komutanın iki dudakları arasına sıkışmış bir keyfi emre bırakmış olmuyor mu? Veya yalnız bir bireyken, hayatına ve malına hiçbir şey gelmemesi için canını dişine takarak karşı-koyan insan mantığı, hangi doğa-üstü güçle donanarak yönetmeye kalktığında, diğer kardeşlerinin mallarını ve canlarını, zorla vergi ve askere alma yoluyla talep ediyor, anlamak mümkün görünmüyor.
İnsanlar bütün bu kötülükleri bilmelerine rağmen neden bu durumu üretmeye ve şiddetini arttırarak değer kazandırmaya çalışıyor. İşte ‘Demokratik Leviathan’ın bütün gizemi buradan doğuyor. Çünkü, yönetmek, en güzel hakimiyettir. Hakimiyet en ideal mülkiyettir. En iyi özel mülkiyet, her şeyin ‘tatlı despotun’ yani, devlet başkanının kontrolünde olduğu güçtür. Bu öyle ulu bir güçtür ki; herkes kendi rızasıyla onu ve avenesini (partizanlarını) başlarına efendi atar. Ve işte bunun adı: Demokrasidir yada rıza yoluyla gönüllü kölelik.

II
Demokrasi en az kötü olan hükümet şekli değildir. Demokrasi herkese eşit davranma palavrası ile akıl yürütmeyi ve tercihte bulunma özgürlüğünü bireye bırakarak, kendi kendisinin gücünü başkalarına emanet etmesini sağlama yoluyla sinsi bir tirancılık oyunudur. Demokrasi, karmaşık seçim sistemiyle efendi atama kurumudur. Demokrasi ilginç formüller yoluyla yönetme, hükmetme, cezalandırma, insan eylemlerine sınır koyma ve insanı pasif-sakin vatandaşlara dönüştürme projesidir. Demokrasi, Devlet denilen sömürücü aygıta, insanın özgür iradesini elinden alarak kendi gücüne güç katma, vergi yoluyla servetine servet katma, zorla askere alarak topraklarına rant ve sınırlarına güvence altına alma yoludur. Demokrasi, devletin yaşamını uzatma ve meşruluk kazandırma sanatıdır.
Parlamenter sistemde insan onurunu standartlaştırmak adına yapılan her yasa ve bunun için kalkan her el doğruya ulaşmak için kaldırılmaz. Kalkan el, içten içe bireyin özgürlüğünü elinden alır, ekonomik anlamda görünmez el’e müdahaledir. Gizli oy, sandığa bırakılan her bir oyun, özgür iradenin çöpe atılması gibidir. Gizli oy, utangaçlığımızın, kaçamaklı davranışlarımızın ve yalanın belirsizliğe doğru sürüklenmesidir. Açık sayım ise yüzsüzlüğümüzün ve niyetlerimizin hilekarlığını ortaya dökmektir. Temsili meclislerin amacı barışçıl ve adil insanların partilere, gruplara ve mezheplere bölünmesini sağlar. Temsili meclisin bir diğer amacı ise bireyin tek başına hareket etme kabiliyetinin yitirilmesini sağlamaktır. Çünkü bir birey, temsili demokraside bir partiye, bir mezhebe, bir çıkar grubuna yada bir çoğunluğa bağlı değil ise, yaşam stilini ortaya çıkarma şansı çok zordur. Demokrasi bu açıdan devlete bir bağımlılık yaratır. Böylece Ulusal Meclis, her insanı kollektiviteye üye olmaya teşvik ederken, ulusun kendi içinde bölünmesine ve parçalanmasına yol açar. Gerçek oybirliği ancak insanın kendi kendisinin eylemlerinin peşinde gittiğinde gerçekleşebilir. O zamanda gerçekleşen sadece genel oy birliği değil, zorlamanın olmadığı gönüllü bir yaşam formudur.

Bir kişinin yönettiği bir yerden bahsederken, o yerin iyi yönetilemediğinden dem vuranlar, demokrasiyle birlikte halk egemenliğini savunurlar. Fakat halk egemenliği sözde bir kavramdır. Çünkü, hiç kimse kendi işlerini, demokrasi de kendisi yapamaz. Kendi işlerini otonom yapmaya kalkmak ise büyük bir suçtur. Oy vermemenin ceza olduğu bir yerde bunu düşünmek bile abesle iştigal etmektir. Demokrasi, aslında basit bir yönetim şeklidir. Tiranın tek olmadığı fakat tekmiş gibi davranan bir grup partizanın yönetimidir. En çok oy alanın yada bir çok çıkar grubunu kandırmayı başaranın başa geçtiği ve yönetmek için aldığı kararları, kendisini desteklemeyen yada oy vermeyenlere karşı buyruklar olarak yağdıran Devlet’in başı, böylece, kendisinden olmayanlara zulüm etmeye başlar. Bunu ister bilerek yapsın ister bilmeyerek, yönetmeye kalkmak, her şartta birilerinin hakkını ve adaletini hiçe saymaktır. Örneğin; Fakirlere yardım etmek için zorla toplanan vergiler, bazı bireylerin gelirlerine el koymayı gerektirir. Kamu yararı için yol yapmak 100 kişiden 99 kişi için çok iyi bir gelişmeyken, yol geçen sahanın mülküne sahip kişi için durum içler acısıdır. Çünkü, devlet, özel mülkün sahibini barışa yönelik işler yapmak kaydıyla mülkünde her istediğini yapma hakkını inkâr etmiştir. 99 kişinin yararı için 1 kişiyi feda etmeye hazır olan devlet, böylece, yaptığı işle mülkün sahibini hiçe saymıştır. Demokraside yönetmek böyle bir şeydir işte; Liberal-Demokratik Devlet, doğası gereği zorlayıcı uygulamalardan kaynaklı bireyin mutlak hak ve özgürlüklerine saldırdığı için mantıken ve tamamen ahlak dışıdır. Böyle bir Devlet’e, ilk Klasik-Liberallerden olan John Locke, isyan etmeye hakkı olanları isyana çağırmıştır. John Locke, daha ileri giderek, aslında, erk’in her zaman bir amaç ile verildiğini fakat bunu ortadan kaldıracak ve değiştirecek her zaman daha güçlü bir erk olduğunu kabul etmektedir. “Çünkü, hiçbir insan veya toplum kendi güvenliğini veya güvenliğini sağlayacak olan araçları bir başkasının mutlak ve keyfi iradesine bırakma yetkisine sahip değildir; ne zaman herhangi bir kimse toplumu esaret altına almaya çalışırsa halkın vazgeçme yetkisi olmadığı şeyi koruma ve bu temel, kutsal ve değiştirilemez olan insanın kendisini koruma yasasını ihlal edenlerden kendini kurtarmaya hakkı her zaman vardır. Bu açıdan, toplumun her zaman üstün erke sahip olduğu söylenebilir; ancak bu erk bir yönetim biçimini alamaz…” John Locke’un buradaki sözleri çok açıktır. İlkin, birey, kendini yönetmek yetkisini bir başkasına devredemez. İkincisi, bireyin yönetimler altında uğradığı haksızlıklardan dolayı isyan ettiği şeyi bir başkasına yöneltemez, yani, büyük bir hakla isyan ederek ayrıldığı yönetimlerden bir başka yönetim kurarak birilerini yönetmeye kalkamaz. Bundan dolayıdır ki; krallıklara, din adına yönetenlere ve sosyalist tiranlara karşı verilen mücadelenin sonunda halkın mükafatı demokratik özgür bir devlet yada parlamenter bir çoğunluğun diktası değildir. Halkın ve bireylerin isteği açıktır, işlerine hiçbir şartla karışılmaması ve kendi hallerine bırakılmalarıdır.
Demokrasi, kendisini ortaya koyarken diğer yönetim sistemleriyle karşılaştırılmasını ve onlardan ne kadar üstün olduğunu öne sürer. İnsanlar, krallık yönetimlerinde, mutlak güce sahip olduklarında aldıkları kararları kötüye kullandıklarını tarih bilimi ispatlamıştır. Aynı şekilde, demokraside halk, demagog siyasetçilerin kendilerine verdikleri tavizleri iyi kullanarak kendi oy potansiyellerini kötüye kullanmışlardır. Siyasetçiler ise halktan zorla topladıkları paraların bir kısmını partizanlarına diğer büyük kısmını ise kendilerine kredi ve örtülü ödenek olarak vererek halkın geçim kaynağını har vurup harman savururlar. Krallıklarda ise kötüye kullanılan güç yegane erk sahibi insana, krallık işlerini yürüten kapı kullarına ve onu koruyan muhafız birliğiyle sınırlıdır. Oysa, demokrasi ile yönetilen bir ülkede, kötüye kullanılan erk, oy kullanan her kesimden insan ile ilgilidir. İnsanlar başkalarıyla birleşince aynı linç gibi yağmanın dümen suyuna takılırlar ve yağmadan daha fazla pay almak için daha fazla insanın canını yakarlar. Bu açıdan demokrasinin diğer sistemlerden iyi olduğunu söyleyen her söz, bir köle ve yağma söylemidir. Krallıkların kötü olduğunu söyleyen her mantık, nasıl kendi eşiti olan bireye yönetme gücünü vermeyi reddediyorsa, herhangi bir insan grubuna yasa yapma, uygulama ve yönetme yetkisini hangi hakla vermeye kalkıyor ve o, sistemin iyi olduğunu sonuna kadar savunabiliyor.

Sınırlı yada sınırsız bir güç, tehlikeli ve akıl almazdır. İnsanlar, kendi eşiti olsun yada olmasın kimsenin işine burnunu sokamaz. Burnunu insanların iyilikleri için işlerine sokmaya çalışanlar, ne adına bu işi yapmaya kalkarsa kalksın yada ister rızaya dayalı kölelik, ister gönüllü kulluk olsun, yönetmeye kalkışan kim ve hangi çıkar grubu varsa kötülük ve zorbalık tohumuyla besleniyor demektir. Değişmesi ve iyiye doğru gitmesi için yapılan her siyasal atak, kişinin kendi iyiliği için kendi yolunu izlemesinin inkârıdır. Bundan dolayı, ‘her oy tirana gider.’

Demokrasi, bireylerin özgür iradesini devamlı bir biçimde baskı altında tutarak, genel oy hakkıyla her olay için sandık hapishanesinde bireyin tercihlerini tutsak altına alarak, tiranlığı sürekli rızaya tabi tutar. Çünkü, zorbalık, sürekli bir şekilde onay almaya ihtiyacı vardır ve bireyin egosundan beslenmek zorundadır. Genel Oy hakkının reddi aynı zamanda bireyin kendi emeğini yönetimden çekmesi anlamına gelir. Aynı güneşe ihtiyaç duyan gündüz gibi yönetimlerde, bireyin kutsal kanı olan tercihini ve özgür iradesini parlamento tapınağına sunan gönüllü-köle yurttaşlarla varolur. Demokrasinin temel ilkesi onu, var eden insan iradesini sanki ondan doğmuş gibi göstermesinde yatar: ‘Egemenlik Kayıtsız Şartsız Halkındır.’ Böylece, demokrasiye itaat borçlu olan ve teslimiyet göstermesi gereken aslında hiçbir birey olamaz. Çünkü, kendi inisiyatifiyle eyleyen ve yaptıklarından kişisel olarak sorumlu olan birey; kendi yarattığı puta yani demokrasiye, kendi düşüncesini ortaya koyarak seçtiği yönetime nasıl olurda kendinden daha büyük bir atıfta bulunur ve yasalarına tapar. Bu mantığı anlamak mümkün görünmüyorsa da Rousseau’yu dinledikten sonra bu büyük filozofa hak vermemek imkansız: “Egemenlik, devredilemez olduğu için temsil edilemez; özünde halkın iradesinde yatar ve bu irade temsile bağlanamaz. Ya vardır yada yoktur; ikisinin arası bir durum söz konusu değildir. Bu nedenle, halkın vekilleri onun temsilcileri değildirler ve olamazlar: onlar sadece görevlidirler ve hiçbir edimde bulunamazlar. Halkın –Her bir bireyin- onaylamadığı her yasa geçersiz ve hükümsüzdür –aslında yasa değildir-. İngiltere halkı kendisini özgür kabul eder; ancak bu büyük bir hatadır; onlar sadece parlamento üyelerinin seçimi sırasında özgür olurlar. Seçim bittiği anda kölelik başlar. Halk artık bir hiçtir. Yararlandıkları özgürlük anının bu kadar kısa olması, aslında o özgürlüğü kaybetmeye müstahak olduklarını gösterir.”

III
Bireylerin, içkin, devredilemez egolarının ve aktarılamaz kişiliklerin yerine dışsal otorite olan yasalar, parlamentoların kendi kendilerine gelin-güvey olmaları sonucu bireyin eylemlerini kontrol altına almak ve zorlayıcı olarak bireyin kendi seçimi olmaksızın var olmaya çalışır. Yasalar, bireylerin her biri olmaksızın anlık ve geçici olaylar üzerine tartışılarak ortaya çıkmış baskı araçlarıdır. Bireyin katılımı olmaksızın, bireylerin her biri onay vermeksizin, yol açtığı karışıklık yüzenden acı çeken milyarlarca Ego’nun nedeni; bazı Ego’ların kendi düzenlerini sağlamak için başkalarının düzenini bozma çabasıdır. Bu yüzden, düzen dedikleri şey; kendi isteklerini, kendilerinden-olmayanlara zorla kabul ettikleri zorlayıcılık sistemidir. Özgür ve kendisi olmaya çalışanlar için bu asla kabul edilemeyecek bir düzendir. Bu düzen, düzenbazların zorbalık, kölelik, zayıflık, aşağılık ve bozgunculuk getirdiği sistemdir. Dışsal bir otoriteye bağlı olmaksızın var olan her Ego, kendi kendisinin isteklerini en iyi bilen olduğu için, onun, kendisini yönlendirmekten ve ne yapıp, ne yapmayacağını ondan başka hiç kimse daha iyi bilemeyeceğinden, ne demokrasi ne başka bir yönetim şekli, bireyi yönetmeye soyunamaz.
Yönetmeyi yani bireyin eylemlerine devamlı müdahale etmeyi alışkanlık haline getiren demokrasi; baskıyı sürekli bir sistem haline getirdikçe, insan doğasının bencil dürtüleri ile karşı karşı gelecektir. Bu kaçınılmaz düşmanlık geleceğin büyük kıyametidir. Stirner’in deyişiyle: “ Devletin her zaman bireyi sınırlandırmak, onu bağımlı yapmak gibi temel bir amacı vardır. O asla bireylerin özgür eylemlerini amaçlamaz, amaçladığı sadece kendi çıkarlarına bağlı eylemlerdir…Benim eylemlerimi komuta etmek, nasıl davranmam gerektiğini söylemek ve bunu yönlendirecek bir yasa oluşturmak hiç kimsenin üstüne vazife değildir.”

Liberal Demokrasinin hedefi; kuvvetler ayrımı, sınırlı devlet, genel oy hakkı, insan hakları ve demokratik seçimler gibi kavramları kullanarak insanlığın insanlık üzerinden zorbalığını azaltmaktı. Liberal Demokrasi bu amaçla çıktığı yolda belirsizliğe yuvarlandı. Çünkü, insanın insan üzerindeki tahakkümü çözme işine gene bilindik çözüm araçlarla yaklaştı, yani erk’e sahip olarak, yani müdahaleyi kaldırmak için müdahale ederek, yani güç yoğunlaşmasını ortadan kaldırmak için gücü yüceleştirerek, Liberal Demokrasi, bir iblisler yönetimini ortadan kaldırmak için meleklerin başa geçmesini için iblislerin kanunlarına göre hareket etmek istemiştir. Kısacası, herkes ortak yararı düşünmeksizin yalnızca kendi çıkarının peşinde gidecek olsa bile bir kişisel çıkarlar bütünü, başka kişisel çıkarlar bütününü denetler. Öyleyse, yönetme gücü hiçbir insanın tekeline alabileceği bir şey değildir, Liberal Demokrasinin yanlışı budur. Her bir Ego da bulunan yönetme ve hükmetme isteği, başkalarının aşırı güçlerini dengeler. Böylece, her birey, olabildiği ölçüde kendi yönetimini kendisi sağlayabilir ve koruyabilir. Anarko-Kapitalistlerce ortaya konulan, toplumda kâr imkanı olan her metâ veya satın alınmak üzere talep edilen her şey üretilmeye hazırdır. Güvenlik hizmetlerinden tutun, özel mahkemelere kadar satın almaya yada promosyonla rekabetçi firmalardan hizmeti bedava almaya sahip olan birey, böylece, başkalarına muhtaç kalmadan kendi egemenliğini ve bağımsızlığını koruyabilir, güçlendirebilir ve geliştirebilir. Örneğin; belirli bir bölgede ‘Egoistler Birliğini’ kuran kendi halinde bireyler, farkında olmadan piyasaya verdikleri talepler ve tercihler doğrultusunda gelecek üretimi yönlendirebilirler. Ve neticede, ‘Egoistler Birliği’ toprakları üzerinde uyuşturucu içmek istemeyenler olduğundan uyuşturucu satışı yapılmıyor olacaktır. Bu, bireylerin kendi egemenliklerine zarar vermeden yönetebildiklerinin göstergesidir. Özetle, Molinari’nin mantığı geçerli, tutarlı ve ispatlı bir akıl yürütmedir: “Yönetimler, bireylerin kendi kendilerini yönetebilmesinden daha iyi bir şekilde yönetmeyi bilmezler.”

18 Nisan 2007 Çarşamba

MAX STIRNER ÖĞRETİSİ: BİRİCİK BEN’DEN DAHA ÖNEMLİ OLMAYAN BİR LİBERALİZM.

“Benim eylemlerimi komuta etmek, nasıl davranmam gerektiğini söylemek ve bunu yönlendirecek bir yasa oluşturmak hiç kimsenin üstüne vazife değildir. ” Max Stirner

BİR-İKİ LÂF

Liberalizm kendisini meydana getiren özellikleri ön plana çıkarmaktan çok hoşlanır. Liberalizm kendini ifade ederken, fikirlerini öne sürmekten ziyade diğer ideolojilere karşı haklılığını savunur. Bunun birinci sebebi, liberal fikirlerin rasyonel, doğal, gerçek, somut, denenmiş ve eleştirel olmasından ötürüdür. İkinci sebep ise, liberal fikirlerin, kendisini yenilemeye hazır ve diğer fikirlerle rekabete girecek kadar korkusuz olmasından dolayıdır. Bu liberalizmin alamet-i farikasıdır.
Bu makalenin amacı, liberalizmi; fikirlerini, felsefesini, siyasetini ve ahlakını göz önüne alarak Max Stirner’in radikal bireyci eleştirisiyle anlamlandırmaktır. Ama bu anlamlandırmanın bir adım ötesi liberal düşünceyi güçlü kılmak olmayacaktır. Makalenin konusu, Max Stirner’in süzgecinde liberal düşünceye kazandırdığı hiçbir şey olmamasının yanında kaybettirdiği bir şey de olmamasıdır. Max Stirner’in amacı liberalizmi yenilgiye uğratmak yada imha etmek değildir. Stirner, John Gray gibi liberalizmin mezarına yazı da yazmaz, arkasından ağıt da tutmaz. Çünkü, Max Stirner’e göre tek gerçek, tek hatırlayan, tek yaşayan, tek hisseden ve tek anlamlandıran şeyin Ego olduğu gerçeğini bütün bireylere hatırlatmasıdır. Eğer bir ölü varsa o sadece Ben yada Sen olabilir, eğer bir mezar varsa o mezar Ben’im yada Sen’indir, der ve ekler “Liberalizm, senin kafanda yarattığın bir şeydir, bir sabittir. Yaşayan yada ölen, gelişen yada çöken Ego dur, liberalizm değil…
Max Stirner’i anlamak için yaşıyor olmak yeterlidir. Stirner’in düşünce sistematiğinde somuta ve tutarlığa aşırı vurgusundan dolayı okuyucu biraz ürkebilir, ama, Stirner okuyucuyu asla şaşırtmaz, soyut kelimeler kullanmaz, sabit fikirlerden bahsetmez ve sadece gerçeğin aranmasında ısrar eder. Stirner’e göre işin aslı ve tüm sebep; bütün acıları, sevinçleri, özgürlüğü, refahı, barışı ve mutluluğu hisseden yada kaybeden bireyde aranmalıdır. Fakat bu birey, liberallerin bildiği gibi bir birey değildir. Stiner’in deyimiyle; sadece ‘benimle başlayan gerçeğin, benimle sonlandığı ve var olduğu biricikte’ bulunan bireydir. Neticede Max Stirner’in giriştiği iş, liberal bireyciliği mantıksal sorgulamadan geçirdikten sonra liberal bireyciliği düzeltmek ve değiştirmek değil, yalnız bireyi yani biriciği herhangi bir ön-sıfattan arındırmaktır. Çünkü, Stirner’e göre liberal birey, anarşist birey, dindar birey, mutlu birey yada özgür birey olmaz. Birey, başlı başına bir şeydir, başka bir tamlama veya sıfat kabul etmez. Birey’in amacı kendisi olmak değildir, birey zaten biriciktir. Ben’in yapmayacağı şey, kendisine kendisinden daha büyük amaçlar edinmesidir. İşte, liberalizmin yanıldığı nokta kısaca budur. Liberalizm bir ideoloji olarak baştan, bireyden büyük bir amaçtır. Liberalizm böylece bir büyük anlatı olarak, bireyi bütünü oluşturan parça olarak gördüğünden zaten tarihin sonunu getirmiştir. Ama Stirner’in bakış açısıyla kendisini oluşturan parçalardan daha büyük görerek kendi sonunu ve tarihini.

BEN YOKSAM SEN YOKSUN / BEN YOKSAM HİÇ KİMSE YOK

Stirner, bireyi, cisimleştirilmiş beden olarak görür. Bireyin özü, ruhu ve ideası yoktur. Birey cismani olarak etten, kemikten ve kandan meydana gelen fizyolojik bir varlıktır. Stirner’in kabul etmediği nokta; bireyin, soyut ve ideal düşünceler karşısında yegane gerçek olan kendisinden uzaklaşmış olmasıdır. Örnekse, ölen insandır. Yok olan bireyin eti ve kanıdır. Aklı, ruhu ve amacı değil. Çünkü, var olan yalnızca bireydir, onun kendisinden türeyen şeyler yada kendi kafasında oluşturduğu soyutlamalar değil. Böylece, Stirner, bireyi fizyolojik bir varlığa indirgemez, zaten, birey fizyolojik-olandır, görüşünü dile getirir.
Stirner’in en önemli Liberal eleştirisi; insan doğası hakkındadır. Liberalizme göre insan doğası, bütün insanlara eşit derecede dağıtılmış, verilmiş yada doğuştan var olan bir şey olarak görmesidir. Liberalizm, insan doğasını değişmez, gelişmez yada eksilmez bir şey olarak farz ederek, Ben’in egosunu diğer Ben’lerle eşitler. Yetenekleri ve ekonomik kazanımları insanın kişisel şansı ve becerisi olarak kabul eden bir ideoloji, Ego söz konusu olduğunda nasıl olurda bir bireyi kendi hemcinsine eşit olarak görebilir, Stirner’in kabul etmediği şey aslen budur.
Liberalizm; insanı, otantik, farklı ve özel olarak saymaz. Liberalizm vurguyu çeşitlilik ve çoğulculuk üzerine koyarken her insanın parmak izindeki gibi biricik ve tek olduğunu bildiği halde neden Ego’yu yani Ben’i insan adı altında eşitlemeye kalkar? Çünkü, Liberalizmde diğer akımlar gibi sabit fikirlerle kurulmuştur. Bireycilik, liberal fikrin ayırt edici bir özelliği değil, karşı çıktığı eşitlik ve toplumculuk gibi soyut ve yığıncı bir anlayıştır. 3-C sınıfı nasıl bireylerden oluşmuş ise, bireylerde kendi özel doğalarından oluşmuştur. Stirner eleştirisine devam ederken şöyle der: “[Liberalizm] senin özel olarak ne olduğuna fazla dikkat etmez, genel olarak ne olduğuna bakar. Başka sözle, o sende seni değil türsel varlığı görür; Hans’ı veya Thomas’ı değil, fakat insanı; gerçek ve biricik bireyi değil, senin özünü ve kavramını. Onun gözünde bedene sahip biri değil, bir ruhsun”
İnsan yada insan doğası, Stirner’in dediği gibi sadece bir kavramdır ve gerçek değildir. Gerçek olan tek şey ‘bedensel ben’dir. Bedensel-ben ise herkeste bulunabilir ama asla, Bedensel-ben, herkeste aynı değildir. Bu farkı yaratan tek şey Ego’dur, Ego’nun biricikliği. Ego’nun tekliği Stirner de Ahmet’in, Mehmet’e eşit olmamasıdır. Eğer, Ahmet, Mehmet’e eşit değilse. Bunun sonucunda herkese eşit olarak uygulanan adalet, ahlak ve yasa hakkında ne düşüneceğiz. ‘Her zaman ve her yerde geçerli olan’ her neyse, Ego’ya ait değildir, der Stirner. Çünkü Ego, belli bir zamanda var-olan geçici bir bedendir. ‘Her zaman ve her yerde geçerli olan’ adalet, ahlak ve yasa, Liberalizm de insan haklarıdır. İnsan Hakları, Ahmet ile Mehmet’in aynı şeyleri hedeflemelerini, aynı amaca hizmet etmelerini, nasıl yaşamaları gerektiğini ve hangi davranışta bulunmalarını söyleyen norm ve ideallerdir. On emir nasıl ilahi bir yasa ise, İnsan hakları da rasyonel tanrının buyruklarıdır. Birey, dinin gereklerini yerine getirdiğinde ‘iman sahibi’, yerine getirmediğinde ‘günahkar’ olur. Birey, devletin yasalarını yerine getirdiğinde ‘vatansever ve iyi yurttaş’, yasalarını yerine getirmediği zaman ‘bencil ve suçludur.’ Bireyin belli bir amaca göre davranmaya zorlanması ‘genel yarar’ ilkesine göre hareket etmesi anlamına gelir. Tersi bir durumda ise ‘ahlak-dışı’ olarak adlandırılır. Bu yaklaşımlarının ortak noktası ‘Her zaman ve her yerde geçerli olanın’ kutsal sayılmasıdır. Oysa kutsallık, durağan, bozulmaz ve ölümsüz bir varlığa işaret eder. Birey ise ölümlü, değişen ve biten bir cismanidir. Kutsallık ise bireye bir şey anlatmaz. Çünkü, kutsallık sabit fikirlerin en sabitidir. Kutsallık, Ben ile bağdaşmaz, ahlak ise Ben’in gerçek varoluşuna yani geçiciliği ile ilgilenmez, daha büyük bir şeyle; Bireyin sözde türsel varlığıyla, yani, İnsanlıkla ilgilenir. Toptancı bir bakış açısıyla 3-C sınıfının ahlakı, yasaları ve hakları, Ego’nun olması veya olmamasına bakmadan varolur. Ego’nun ölmesi yada yok-olması, toplumu, devleti ve yaşamı ilgilendirmez, çünkü, onlar Ben’siz de yaşarlar. O zaman benim adıma ve bana ait olarak ortaya çıkan hak ve yasalar, eğer, ben öldüğümde benle beraber yok olmuyorsa demek ki bu hak ve yasalar benim değildir. Bu hak ve yasalar benden üstün görülen topluma, devlete, dine, ahlaka, kutsallığa ve insan haklarına aittir.
Stirner basitçe bütün kavramların, soyutlamaların, yığınların ve ideallerin bireyi tek tipliliğe ve tek biçimliliğe doğru sürüklemek istediğini söyler. Ego’nun yasası yoktur. Ego yalnız kendisidir. Kendi gönlünce kendisine yasaklar koyar yada serbest bırakır. Fakat gücü, iradesi, şansı ve yetenekleri çerçevesinde, bunlardan yararlanır. Yetkisini kendisinden alan Ego’nun zaten başka bir şeye ihtiyacı yoktur. Onu ilgilendiren kendisinin potansiyelidir.

ÖZGÜRLÜK BİRİCİK BİREYE KARŞI

Mutlak Özgürlük, Stirner’in istediği bir şey değildir. Stirner, özgürlüğün sınırlı olduğu konusunda liberallerle fikir birliği içerisindedir. Liberaller, özgürlüğün sınırlı olduğundan ‘negatif özgürlüğü’ savunurken. Stirner, özgürlüğün bazı şeylerden kurtulma durumu olduğundan özgürlüğü savunmaz. Çünkü, bireyin önündeki her türlü engel yok edilmediği sürece bazı şeylerden kurtulma durumu olarak ‘negatif özgürlük’ biricik-ben’e bir şey kazandırmaz. Stirner’in istediği daha başka bir şeydir. Her türlü sınırlamadan, barajlardan ve baskılardan kurtulma haline, Stirner, özgürlük demez, kendilik der. Kendilik, özgürlüğün getirdiği şeyden hep daha fazla bir şeydir, kendisinin sahibi olmaktır. Stirner’in deyişiyle: “Kendilik ile birey, hem kendisinin, hem de istediği şeylerin sahibi olacaktır. Özgürlük, bir şeylerden kurtulmaksa, kendilik, her şeye malik olmaktır. Özgürlük herkese mâl olur. Kendilik ise sadece bana aittir.”
Stirner, liberalizmde, ikinci en büyük tutarsızlığı bulur: özgürlük. Özgürlük ile alıp- veremediği hiçbir şey yoktur Stirner’in (Biricik-Ego'nun) ama yeni sınırlamalar, yeni zorbalık ve yeni yükümlülükler getiren liberal özgürlüğünde elle tutulacak bir yanı yoktur. Niçin mi? Çünkü, liberalizm özgürlüğü amaçlarken herkes için bir hak olarak görürde, ondan. Stirner hiç vakit kaybetmeden liberalizme sorar: “Sen, özgürlüğü benim için mi istiyorsun yoksa beni araç haline getirip özgürlüğü mü?” Liberalizm, böylece, Stirner’e göre: “Özgürlük, insanın kendi yararına uygun olan şeyleri gerçekleştirmek için bir araç olarak değil, liberalizm için istenir olmuştur; özgürlükle özgürlük için ilgilenilir olmuştur…En yüksek değer veya en yüce hedef olarak özgürlük bireye hiçbir şey sağlamaz.”
Böylece, özgürlük de; devlet, kamu yararı, kolektivizm ve sosyal adalet gibi birer hayal ürünü idea’dır. Hiçbir şey Ego veya Biricik Ben kadar somut değildir. Stirner, devamlı üstünü çizdiği şeye vurgu yapar: “Ben yoksam özgürlük yoktur. Ben varsam ancak özgürlük vardır” O zaman değerli olan Ego’dur ve amaçlanan şey her neyse Ben’den üstün olamaz. Özgürlük sadece basit bir kavramdır. Ego ise gerçek durumdur. Kendilik bu açıdan yaşayan biricikliğin farkına varılmasıdır. Stirner de, karşı çıkılacak şey, bireyin biricikliğinden daha büyük gösterilmeye çalışılan hedeflerdir. Hiçbir gaye yoktur ki Ben için olmasın… “Özgürlük hayal dünyasında yaşar! Oysa kendim olan Ben bütün varlığım ve varoluşumdur, o bendir. Kurtulmuş olduğum şeyden özgürüm, iktidarım içinde olduğum şeyden özgürüm, iktidarım içinde olan şeyin yada denetlediğim şeyin sahibiyim. Kendime nasıl sahip olacağımı bilirsem ve kendimi başkalarına emanet etmezsem ben her zaman ve her koşulda kendimim. Özgür olmak gerçekte amaçlamayacağım bir şeydir, çünkü onu yapamam, yaratamam; onu ancak isteyebilirim ve ona doğru can atabilirim, çünkü o bir ideal bir hayalet olarak kalır…Ama ben her zaman kendimim.” Stirner, özgürlüğü verilip alınabilecek, kazanılıp kaybedilebilecek, hatta kişinin özgürlüğü herhangi bir değersiz şey karşılığında takas edebileceği veya feda edebilecek bir durum olarak görürken, kendilik ise ne alınıp verilebilir, ne de ondan vazgeçilebilir, der. Descartes’ın dediği gibi: “Düşünüyorum, öyleyse varım!” sözü, Stirner’in felsefesini anlatmak için iyi ama eksik bir yoldur. Düşünmek için özgür olmanın yada köle olmanın bir anlamı yoktur. Düşünen Ben’dir. Var olan ve yaşayanda Ben’dir. Dolayısıyla, birey için hedef özgürlük değil, zaten varoluşunda var olan kendiliğini keşfetmektir.
Liberalizmin idealize ettiği “Sınırlı özgürlük”, insanın varoluşuna mantıksızca soyut prangalar takar. Müdahaleci bir toplumda, müdahaleyi kaldırmak için müdahaleyi şart koşar. Zoru kötülerken, jandarma devleti’nin baskıyı ve gücü kendi tekeline almasını zorunluluk olarak görür. Özgürlüğü ister, fakat kanunlarla bireyin bağımsızlığına sınırlar koyar. Bireyin zevk ve tercihlerini kabul eder ama onu kendisi ile baş başa kalmasını istemez.….Açıkçası Liberalizm ne yaptığını bilemeyen deli danalar gibidir. Stirner sorguladıkça liberalizmin kara deliklerini daha da büyütür. Herkes için eşit olarak istenen özgürlüğü, özneden ayrı genel kavramlar için istemeye başlayan Liberal’e sorar: “Siyasal özgürlük; bundan ne anlıyoruz? Bireyin devletten ve onun yasalarından bağımsızlığını mı? Hayır; tersine, bireyin devlete ve devletin yasalarına bağımlılığını. Peki, o zaman niçin ‘Özgürlük’…İfade özgürlüğü, din özgürlüğü, basın özgürlüğü ve vicdan özgürlüğü hepsi belli özgürlüklerin istenir olmasını gösterir bizlere, ve hiç tartışmasız bu tür özgürlüklerdeki amaç kendi türünü korumak içindir. Din özgürlüğü din için, basın özgürlüğü medya içindir. Hiçbir özgürlük bireyin biricikliğini hedeflemez. Liberalizm, Ahmet’in yada Mehmet’in kendisi için ilgilenmez, kendilerinin kendisi için ilgilenmelerini de. Bireyi sonraya atan bir ideoloji, hangi özgürlüğü kimin için istemektedir. Düşünceyi gerçekleştiren Ego ise, düşünceye mi hürriyet verilir, yoksa Ben olan Ego’ya mı? Sorunun kendisi mantıksızdır. Ama, liberalizm, düşünce için özgürlük ister, gerçek olan Ben için değil. Oysa, düşünce’nin kendisi düşünemez, düşünen yalnızca Ben’im ve Sen’sin, ama ne özgürlük, ne de düşünce kendisini ifade edebilir sadece biricik kendisini ifade edebilir. Ne yazık ki, liberalizm, bireyin bağımsızlığı için özgürlüğü istemez, bir şeylerden kurtulmak için, feda edilen kendiliklerin yerine soyut akıl tanrısı(rasyonalizm) için özgürlük ister. Bu mantık, liberalizmin bütün foyasını çıkarır. Liberalizm, Ego’yu diğer ideolojiler gibi yok sayar ve sonuçta kendi dayanağı bireyciliği de…

DÜŞMANIM DEVLET

Stirner’e göre insanın insan üzerinden egemenliğini ortadan kaldıran liberalizmin, kanun hakimiyeti olarak yeni egemenlik ve tahakküm mekanizması yarattığından bahseder ve liberalizmin gerçek özgürlüğü yaşanılan dünya’ya getirememesinin nedeni olarak görür. Stirner’in, liberalizme karşı çıkışı, devlet’e ve din’e karşı çıkışıyla aynı paralelliktedir. “Liberalizm de bir dindir, çünkü benim özümü benden ayırır ve benim üzerime yerleştirir, ‘insanı’ diğer dinin [Hıristiyanlığın] Tanrısını yükselttiği derecede yükseltir…”
İnsan refahı ve güvenliği için yaratılan Devlet, insan ruhunu arındırmak için kafamızda yarattığımız Din ve insan özgürlüğü için ortaya çıkmış liberalizmin kökeni ve kutsalı aynıdır. Yolları farklı olsa da zihniyet aynıdır. Dinin Tanrısı insanları eşit görür, aynı Hukuk devletinin kanunlar karşısında bireyleri eşit görmesi gibi. Liberal Devlet, bireyleri kanunları ve hapishanesi ile, din ise, günahları ve cehennemi ile korkutur. Din, insan ruhunun doğuştan yada sonradan günahkâr olduğunu ve bu yüzden din kurumlarının olması gerektiğini ifade eder. Liberal devlet ise bireyin kıskanç, suça eğilimli ve kötücül olduğundan dem vurur, bu yüzden Devlet kurumlarının(adalet, polis, anayasa ve yasaklar) olmasından bahseder.
Stirner mantığını en uça taşıyarak, [Liberal] devletin ve dinin; özü, amacı ve yarattıkları dünya’ya karşı çıkarak…ama bu dünya benim dünyam değil…diyerek, hasmını açıklar: “Egoist olan ben.. devlet ve ben, düşmanız.” Stirner buradan ‘Devlet’ sorununa geçer. Bu konuda tipik bir Liberteryen söylemi getirir: “Devlet yöneten bir irade olduğu sürece yaşayabilir. Benim kendi iradem, der Stirner, “devletin yıkıcısıdır; ve bu nedenle de devlet tarafından öz-irade olarak suçlanmaktadır. Bireysel irade ile devlet iradesi, aralarında hiçbir zaman ‘kalıcı barış’ sağlanamayacak düşman güçlerdir. Öyleyse, birey hiçbir devlette kendisi ve özgür olamaz. Çünkü devletin varoluş nedeni bireyselliği ortadan kaldırmaktır. Stirner’e göre devletin her zaman bireyi sınırlandırmak, onu bağımlı yapmak gibi temel bir amacı vardır. O asla bireylerin özgür eylemlerini amaçlamaz, amaçladığı sadece kendi çıkarlarına bağlı eylemlerdir. “Devlet bir bağımlılık ve bağlılık dokusudur, bir ağdır; o, birlikte ait olma’dır, birlikte tutunma’dır; içinde bireylerin kendilerini birbirlerine uydurduğu bir yerdir. Kısaca herkes karşılıklı olarak birbirlerine bağımlıdır, devlet bu bağımlılığın düzenidir.” Dolayısıyla, bireyle devlet arasındaki mücadele kaçınılmazdır. Birey kendiliği adına devletin karşısında hakikat olarak durur. Devlet ise biricikliğe karşı kutsallığını kullanır. Oysa her örnekte belirttiğimiz gibi 3-C sınıfı kutsal ise, onsuz varolamayacağı bireyler nedir? Bu soruyu soranlar ve cevabı biriciklik üzerine kuranlara, devlet, ‘egoist’, ‘barbar’, ‘vahşi insan(kapitalist)’ ve ‘sapkın’ ismini kullanır. Böylece, devlet, biricik olarak bireyi, ‘kutsal-olmayan’ olarak değerlendirerek, biricikliğe karşı dokunulmaz sabitleriyle, bireyleri korkutur ve sindirir. Devlet, bireyden daha öncedir. Vatan, bireyden daha kutsaldır. Bayrak, bireyden daha somuttur. Devletin resmi ideolojisi, bireyin zevk ve tercihlerden daha önemlidir….vs. Kısaca, devlet, bireyden üstün varlıktır.
Liberalizm, tiranları haklı bir şekilde yargılarken, insanın insan üzerindeki iktidarı ve köleliği kaldırıp yerine yasaların soyutluğunu ve soğukluğunu daha anlamsız bir biçimde birey üzerine yerleştirdi. Yani Hukukun üstünlüğü basit biçimde yorumlandığı an, yasalar bireyin üstündedir, diye okunur. Oysa, yasalar herkesçe bilinir ki, insan yapımıdır. İnsan yapımı bir şey insandan daha önemli olabilir mi? Stirner kesinlikle bu düşünceye karşı öğretisini geliştirir. Hukukun üstünlüğü varsa, birey aşağılıktır. Yasalar bireyin özgür iradesinden üstün ise, insan yapımı sözler nasıl olurda yanılmaz doğrular olarak Ego’yu yargılamaya, suçlamaya ve cezalandırmaya kalkışır. Liberalizmin ortaya çıkardığı bütün bu soyut tanrılar gerçek bir hortlaklardır.
Stirner, insanın insan üzerindeki hakimiyeti kaldırıp, demokrasiyi getiren liberalizm’in aslında hiçbir şey yapmadığını bireylere etraflıca anlatır. Ve der ki; “Devletin, siyasal erkin kimin veya kaç kişinin elinde olmasına göre sınıflandırılması saçmalıktır. Çünkü, devletin egemenliği sonuçta “En üstün güçe” dayanır ve bir kişinin, azınlığın yada çoğunluğun bu güce sahip olması hiçbir şeyi değiştirmez. Siyasal otoriteye kim sahip olursa olsun devlet adına hareket eder, bu üstün güç adına yönetir. ‘En üstün güç! Kime karşı güç? Bireye ve onun ‘öz-iradesine’ karşı. Devlet bu güce dayanarak zor kullanır, ama birey ‘zor’ kullanamaz. Devletin işleyişi şiddet üzerine kuruludur ve yaptığı şiddeti ‘yasa’ olarak adlandırır. Birey şiddet kullandığında bu ‘suç’ olur.’ Stirner’e göre devletler, yasalar aracılığıyla kendilerini şu yada bu idea’ya dayanarak meşrulaştırırlar. Yasalar meşruiyetin garantisidir. Dolayısıyla, yasasız devlet olamayacağına göre, meşru ve meşru olmayan devlet ayrımı yapmak anlamsızdır. Öyleyse, “despot ister tek, ister çok olsun veya efendi çoğunluk olsun, her devlet bir despotluktur.”

LİBERALİZM, TOPLUM VE BÜTÜNLÜK

Stirner, liberalizmin evrensel toplum projesi olduğundan kuşkusu olmadığı için liberal siyasetin aygıtı olarak liberal devlete olduğu kadar liberal topluma da düşmandır. Çünkü, toplum da devlet gibi kolektif insanın yüceltilmesine, bireyliğin kollektivite (ortaklaşalık) içinde eritilmesine dayanır. Stirner, ‘yaşamın olabilmesi için topluma ihtiyaç vardır’ klişesini uydurma bir mantık olarak görür. ‘Toplum, hakimiyeti altındaki feodalizm’ sözüyle, Stirner, toplumun insanların toplamı olarak görür. Toplumcu düşüncenin yanlışı da aslen budur. Ahmet, Mehmet, Ali…vs asla toplanamaz, toplanabilse bile bir bütünlük oluşturulamaz. Bundan dolayı, Stirner, ‘ortak iyi’, ‘adalet’, ‘özgürlük’, ‘insan hakları’, ‘devlet’ ve en sonunda da ‘toplum’u totalleştirici sahte bir kavram olarak eleştirir. Ona göre, bütünleştirici söylemler, Ego’nun biricikliğini, eşsizliğini, örneksizliğini ve gerçekliğini zayıflatma işlevi görürler. Çünkü, her tür bütünlük; toplum, devlet ve insanlık ideali gibi, bireysel olanın değersizliği üzerine inşa edilir. Bütünlüğün değerini ve kutsallığını arttıran Ego’nun değersizleşmesi ve kutsal-olmamasına bağlıdır. Yada bugünün modern yaklaşımına göre bireyin, insan olarak değeri, sahip olduğu gruba, klana, ulusa, vatandaşlık düzenine, soyuna, derisinin rengine, zenginliğine ve bulunduğu gettosuna yani sahibi olduğu her şeyi bütünün değerli kılınmasına bağlı olarak elde eder.
Stirner’e göre, bütünlük söylemlerinde, egonun kendine dönük ilgisi ve kendileriyle ilgili çabaları günahkarlık, ahlaksızlık yada bencillik olarak görülüp, değerden düşürülür. Oysa, ego her şeyin sahipliğini kendisinde içerir; kendisi dışında yabancı bir standarda ihtiyaç duymayan bu sahiplik, yalnızca sahip olanın bir tanımlaması, bir beyanıdır. Ego’nun, sahipliğin yalnızca kendisiyle ilişkisi olduğunu anlaması, onun kendisini başka her şeyden bağımsız bir biçimde, biricik bir varlık olarak bilmesi anlamına gelir.
Stirner, ego’ları insanlık ideali altında birleştirmek suretiyle, bireyleri türdeş oldukları konusunda aldatan bütüncül düşünen her ideolojiye karşıdır. Liberalizm, işte bu toptancı fikrin peşindedir. Bireyler türdeş değildir. Çünkü, Ahmet, Mehmet değildir. Mehmet de Ali değildir. Öyleyse toplum fikri nedir? İnsanlık ideali gibi soyut ve sabit bir fikirdir.
Liberalizm gibi “klasik Aydınlanma felsefelerinden yakasını sıyıran Stirner, yeni bir iktidar işleyişi tanımı yapmıştır. İktidarın, insanı baskı altına alarak değil, fakat siyasal bir özne olarak inşa edip onun sayesinde yöneterek işlediği bir özneleşme süreci tarif eder. İnsan, iktidarın yeri olarak, Devletin bireye hükmettiği siyasal bir birim olarak kurulur. Devlet, bireyin belirli bir özsel kimliğe uyumlanmasını talep eder, öyle ki, Devlet toplumunun bir parçası haline gelebilir, böylece hükmedilir: "Benim bir İnsan olmamı istemek yoluyla Devlet, böylece bana olan düşmanlığını ele verir ...beni, İnsan olmayı bir görev olarak kabul etmeye zorlar". Stirner, bireysel benlik ile insan özünün apayrı ve birbirine zıt kendilikler olduklarını görerek, geleneksel hümanist ontolojiyle ilişkisini kopartır.”
Bireyin toplumcu yanını gevşek bir ilişkiler ağı olarak gören, Stirner, devletin toplumsuz, toplumunda devletsiz varolamayacağını öne sürerek, bugüne kadar hiçbir fikrin, peşinden koşmadığı bir düşünceyi ifade eder. Anarşizm, devleti yok eder ama yerine iyi yürekli insan toplumunu geçirir. Anarko-Kapitalizm, devleti, soygun çetesi olarak görerek ahlaksız bir sömürü aracı olduğunu ifade eder. Ama yerine ‘ekonomik yollar’ aracılığıyla bireylerin kendiliğinden oluşturdukları toplulukların bir düzen içerisinde varolacaklarını söyler. Oysa, Stirner, bunların her birinin birer uydurma bir yapaylık olduğunda ısrar eder. Yanlış anlaşılmaya mahal vermemek içinde, Stirner, düşüncelerini açar. Varoluşumuz bizi yalıtılmış bir şekilde yaşamayacağımızı bize ilk günden söyler. Ego doğduğu andan itibaren Anne ve Baba’nın çatısı altındadır. Bu bilinen bir gerçek olarak doğal bir haldir. Ama sonra toplum, ego’ya kutsal bir amaç yüklemeyi görev bilip; ahlakını, statükosunu, kanunlarını ve değerler sistemini ‘gizli bir zorbalıkla’ ego’ya kabul ettiriyorsa ve Ego’nun biricikliğini değiştirmeyi hedefliyorsa, o zaman, toplum asla doğal bir işleyiş olamaz. Bir birlik olarak toplum, gevşek ve doğal bir hal olarak belli bir sınırda kalamayacağına göre, Stirner, toplumu devletten farklı görmez. Toplum her vakit bireye kendisini topluma kurban vermesi için sıkıştırır. Toplum; bireye nasıl davranacağından, ne yapacağına kadar her şeyi açıklar, planlar yaparak kendisini seçmeye zorlar. Toplum, ahlak kodlarını, örf ve adetlerini, bireyin Ben’in üstüne yerleştirerek Ego’yu etkisi altına alır. Toplumun varoluşu biricikliğin yok edilişine bağlıdır. Onların kavramı ‘biz’dir, ‘herkes’tir. Her türlü kolektivizm kölelik ise toplum bireyleri kendisini oluşturan bir organ olarak görerek, bir efendi-beden olarak bireyleri bir organ, bir görev adamı yani bir köle olarak görür.
Devlet ve toplumu birbirinden ayırmayan Stirner, gene de Adam Smith’in kişisel çıkarların farkında olmadan oluşturdukları işbölümüne sempati ile bakar. Ego’ların çıkarlarını, güçlerini ve kazançlarını arttırmak için geçici bir birliktelik olarak Egoistler Birliğini savunur. Egoistler birliği bir kulüp (dernek) statüsünde bireylerin çok şey elde edecekleri bir yer olarak görür. Egoistler birliği en nihayetinde bir güç birliğidir; güç birliği de durağan olmayan, değişmezlik içinde bozulmayan, sürekli değişen, gelişen ve yenilenen devamlı bir öz birleşmedir; bireyin kendi rızası ile girip, kendi rızası ile çıkabildiği bir birliktir. Yalnızca kendi gücünü çoğaltmak için diğer egoistlerle birleşen birey bu birlikten kendi çıkarları için yararlanır. Bu birlik hiçbir ahlaki etkide bulunmayacak, hiçbir yasal sınırlama getirmeyecektir. Egoistler Birliği’ni toplumsal birleşmeden ayıran temel özelliği onun çıkarlar için bir arada olmasıdır, zoraki görevlerin yerine getirildiği için değil. Toplum içinde gerçekleşmiş bir birleşme ortaklaşalıktır; ortaklaşalık anlamında birlik (toplum) herkesin kendi gücünden vazgeçmesi sonucunda kurulur. Buna karşılık, bir çıkarlar birliği anlamında Egoistler Birliği herkesin kendi gücüne sahip çıkması ve bu güçlerin gönüllü olarak bir araya gelmesi ile oluşur.
Laissez-faire liberteryenizmin düzeni ile Stirner’in Egoistler Birliği arasındaki benzerlik açıktır. Ama burada açıklanması gereken bir fark var. Liberalizm, devletin topluma ve ekonomiye müdahale etmemesinin, bireysel çıkarların ortak refahı arttırması ve toplumsal uyum için yeterli olacağını söyler. Spencer’ın deyimiyle: “Devletin veya herhangi bir otoritenin müdahale etmediği durumda toplum, insan çıkarlarının kendiliğinden uyumunu içeren bir organizmaya dönüşecektir.” Oysa Stirner için devletin müdahalesinin ortadan kalkması yeterli değildir. Siyasal yada sosyal yada ekonomik olsun herhangi bir bileşiklik Ego’nun dışında gelişen yapay bir süreç olduğundan, birey üzerindeki tahakküm ve dayatmacı kurallar biricik Ben’in yaşamını tehdit etmeye devam edecektir. Daha geniş bir ifade ile, her topluluk kendini ne üzerine yerleştirirse yerleştirsin bireye zorla bir görev yüklemeye devam edecektir. Örnek olarak zenginleşmeye çalışan bir topluluk bireylere hedef olarak zenginlik için çok daha fazla çalışmaya, tasarruf yapmaya yada tüketmeye çağıracaktır. Bu bireyin üzerinde bir külfettir. Birey kendisini zenginleşmek için topluma kurban etmektedir. Bu kendini feda etme biçimi bireylerin her toplulukta karşılaşacakları bir yaşam şeklidir. Bu yüzden, Stirner’e göre her toplumun ister devletli ister devletsiz, ister müdahaleci ister ‘ultra-minimal devlet’ olsun bireyin üzerindeki boğucu kuralları ve yaşamı düzenleyici âdetleri olduğundan bahseder ve Ego’nun üzerinde otoriter ve baskıcı yapısı nedeniyle toplumun asla kendiliğinden çözülemeyeceğini söyler.
Böylece toplum liberallerin dediği gibi kendiliğinden bireyin denetimi altına alınamaz. Onun (toplumun) her zaman kendine ait bir mantığı, insafsızca icra ettiği kendine ait bir gündemi vardır ve kısa zamanda, temsil etmeye niyetlendiği bireyin özgür iradesine karşı hale gelir. Netice de Ego’dan üstün bir güç olmaya devam eden toplum’un yerine sadece Egoistler Birliği geçer. Stirner bu farkı şöyle açıklar: “ Egoistler birliğine tüm gücünü, yeteneğini getirirsin ve kendini değerli yaparsın; bir toplumda ise çalışma gücünle birlikte kullanılırsın; biricisinde egoistçe yaşarsın, ikincisinde insanca, yani ‘bu efendinin vücudunda bir organ’ olarak; toplumda, sahip olduğun her şeyi topluma borçlusun ve ona yükümlülüklerle bağlısın, ‘toplumsal görevler’ tarafından zaptedilmişsin, -Egoist Birliğini ise kullanırsın ve daha fazla kullanma olanağı olmadığını gördüğünde görev ve bağlılık duygusu olmadan ondan vazgeçersin. Eğer toplum senden fazla ise, demek ki senin için kendinden daha fazladır; oysa bir birlik senin aracındır veya doğal gücünü daha da pekiştirmeye ve arttırmaya yarayan bir kılıçtır; birlik senin için ve senin aracılığınla var olur; kısaca, toplum kutsaldır, birlik ise senin kendinindir; toplum seni tüketir, sen Egoistler Birliğini tüketirsin.”
Devlet ve toplum olmadığında, yerlerine ‘Egoistler Birliği’ geçer. Egoistler Birliği, toplumun, bireye yüklediği görevler ve ahlaki kodlardan ayrı olarak, bireylerin birbirlerine karşı nasıl hareket edeceklerini belirledikleri karşılıklı çıkar ilişkiler bütünüdür. Stirner, devletin ve toplumun ortadan devrimle kalkmayacağını muhafazakar-liberal bir söylemle dile getirir. Stirner’e göre Egoistler Birliği ancak Biricik Ben’lerin isyanları ile kurulur. Fakat bu isyan, bildiğimiz anlamda ayağa kalkıp, yakıp-yıkmak değildir, düşünsel bir yeniden doğuştur birazda yetkin bir değerlendirmedir. Devrim düşüncesi ise, Stirner’e göre, bir güçün yada sınıfın bir başka güç ve sınıf tarafından gasp edilmesidir. Stirner, devrim ile beraber değişenin iktidardakilerin ismi olduğunu ama ego üzerinde sinsi düşüncelerin hiçbir devrimci güç tarafından değişmeyeceğinden, bir çok özgürlükçü filozofla hemfikirdir.
Oysa, Stirner; “isyan, benim ilişkim olarak, toplumdaki yükümlülüklerden ayrı, kişisel çıkar ilişkisidir”, derken. Adam Smith’in ortaya koyduğu bireysel çıkarların, başka bireysel çıkarlarla beraber muazzam olarak kaynaştığı bir işbölümü dünyasıyla aynı şeyi paylaşır. Bu toplumdan ve devletten farklı bir yaşam formudur. Stirner, bu açıdan, liberteryenlerle bir düşünür. Ama Anarko-kapitalistler her şeyi ekonomiye endekslerken, Stirner, Ego’nun ilgilendiği her şeyi çıkar ilişkisine dönüştürür. İsyan, böylece devrimden daha fazla bir güç olarak, devleti ve toplumu değil bireyin zihinlerini de teslim alır. Karşılıklı çıkar ilişkileri, toplumun tüm kurumlarına yayılarak, bütün ahlaki ve toplumsal yükümlülükleri yerle bir ederek, yeni bir yaşam formu doğurur. Stirner, böyle bir toplumda, rekabetin ve çıkarın Ego’ların yaratılışında büyük bir rol oynadığı söyleyerek, liberallerin hep bahsettiği ‘kendiliğinden düzen’in en aşırı ama mantıksal finali olan ‘gerçek ilişkiler’ yaşam formunu ‘Egoistler Birliği’nde görür.
Stirner, ‘başkalarıyla birleşmenin kendi refahları için en iyisi olacağını anlayan’ ego’ların, piyasa sisteminin en önemli itkisi olan fayda-maliyet ilişkisini bütünüyle onaylar. Öz-çıkarını kollayan, acıdan kaçınan ve maliyetleri düşürmenin hesabını yapan birey, Stirner’in egoistler birliğinde görmek istediği tiptir. Yalnız, Stirner, dini ve ahlaki bir geçmişi olan Weber’ci kapitalist etiğe şiddetle karşıdır. Durmaksızın çalışan, çileci bir hayat süren ve parasını yastık altı yapan Kapitalistlere şiddetle karşı çıkar. Ve onları sahip olduklarını, kendilerinden daha fazla sevdiklerinden dolayı Biricik ben olamamışlar olarak görür ve onları, bu hayat biçiminden döndürmek için sayfalarca dil döker. Zevk almanın, kendi ihtiyacın neyse onu kazanmanı ve geri kalan hayatını sakin bir ortamda soluk almak için kullanmak olarak gören Stirner için, daha fazla mâl elde etmek daha fazla sahip olmak anlamına geleceğinden kazandığımız nesnelerin bizi hayat boyu rahat bırakmayacağında ısrarlıdır. Kişi kendi emeğinin meyvelerinden yararlanamadığı sürece zenginliğin bir anlamı olmadığı konusunda bireyleri uyarır. Ego ve mülkü kitabında Stirner, Ego’nun sahip olduğu şeyin kendi mülkü olduğunu ve sahip olduğumuz şeylerin bize sahip olmamaları konusunda tekrar uyarır.

MÜLKİYET HERKESE AİT KUTSAL BİR HAK DEĞİL, BEN'E ÖZEL BİRİCİK OLANDIR.

Stirner, sosyalizmin baş düşmanıdır. Çünkü, o, sosyalizmi ortak mülkiyeti destekleyen bir sistem olarak görür. Stirner’e göre; bir şeye ortaklaşa sahip olunması, o şeyin mülkiyetinin ortadan kalkması demektir. Mülkiyet bireyselliğin somut ifadesi ve doğal sonucudur. Başka bir deyişle, mülkiyetin niteliğini belirleyen bireyselliktir. Stirner’in kendi ifadesiyle, “Mülkiyet benim olandır”; eğer o, hangi güç tarafından olursa olsun benim elimden alınmışsa…demek ki mülkiyet yok olmuştur.”
Stirner ortak mülkiyete saldırır. Stirner öğretisinde mülkiyetin bireysel karaktere sahip olması, biricikliğin(özgürlüğün yada kendiliğin) gerçekleşmesinin mülkiyete bağlı olmasına işaret eder. Oysa sosyalizmin özgürlük anlayışı ‘toplumsal özgürlük’ olduğundan, sosyalizmin tasarısı, bireyselliği ve doğal olarak mülkiyetin ortadan kaldırılmasıdır. Sosyalizmin hedefi, toplum olarak ‘herkes’tir. ‘Herkes’ten yaratılmış bir hayalet olarak sosyalizm’, mülkiyeti ortaklaşa kullanarak aslında hiçbir şeyi elde edememektir. Mülkiyet ortadan kaldırılamaz sadece mülkiyetin meyveleri toplum adına paylaştırılır. Benim olan, devletin olmuştur. Benim olan toplumun olmuştur. Özel mülkiyet, devlet mülkiyeti olmuştur, o kadar. Mülkiyet sadece kendi ismine bir ön sıfat almıştır. Mülkiyet biricik olarak benim yada senin olmadan, özel yada kamusal bir kurum olarak devam ettiği sürece, şeklin anlamı Ego’yu tutsak almaktır. Stirner’e göre sosyalizmin eşitlikçi görüşü, bireylerin eşit isteklerle doğduğu, herkesin eşit derecede sevilmek ve korunma ihtiyacı içinde olduğu düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Sosyalizm, bu düşünceden hareketle insanların eşit derecede çalışması gerektiği, ‘eşit çalışmanın insanları eşit hazza götüreceği” sonucuna varmaktadır. Sosyalizminde bireyler birbirleri için çalışan, birbirlerinin ihtiyaçlarını ve zevklerini karşılamak için çalışan sefil süprüntülerdir. Liberal bir toplumda, birey, insan kardeşlerinin ruhu olarak eşit hak ve özgürlüklere sahipken, sosyalist bir toplumda birey, sefil bir kalabalık olarak emek düzeyinde yani çalıştığı oranda eşit olur. Stirner, sosyalist toplumu şöyle dile getirir: “En üstün malik karşısında(devlet) eşit sefiller oluruz…Hep birlikte sefiliz, komünist toplumun bütünü olarak kendimize sefil bir kalabalık diyebiliriz.” Stirner’e göre sosyalizm işte bu yüzden imkansızdır.
‘Herkes’ mülkiyete sahiptir yada ‘herkes’ mülkiyet edinmek için doğal bir hakka sahiptir demek arasında, Stirner, bir fark görmez. İlki sosyalizm, ikincisi liberalizmdir. Bu toptancı zihniyet, Stirner’e göre Ego’nun mülkiyete yani kendisine sahip olamayacağını söylemektir. Liberalizm; ‘Herkes’ mülkiyete sahip olabilir derken, sosyalizm; ‘herkes’ mülkiyete sahip olmalıdır, der. Ama Ego, biricik ben olarak zaten kendisine sahip ise, nasıl olurda, liberalizm ve sosyalizm Ego’yu genel için yada genel adına kullanmaya devam eder. Stirner, keskin zekasıyla bunu açıklar, mülkiyet yani kendime sahip olmak adına mülkiyet, bir başkasına devredilemez. Bu yüzden, mülkiyet doğal bir hak olarak herkese aittir demek, mülkiyet yoktur demektir. Diğer eşanlamıyla, herkes her şeye sahip olmalıdır yada olabilir demek, birer hayaldir. Kimse böyle bir şeye sahip olamaz sadece birer hayal olarak genel adına kendi mülkümüzü kullandırtırız ve aslında sadece ego’nun olan değerinden bir parça kopartırız.
Stirner’in ifade etmek istediği şey, liberalizmin ‘mülkiyet hakkı’ dediği şeyin aslında bir yanılsamadan ibaret olduğunu söylemektir. Devlet tek güç sahibi olarak maliklerin malikidir. Sahipliğin asıl kaynağı, kişisel mülkiyetin korunması ve kollanması ise, jandarma yada polis görevi gören güçün aslında her şeye güç yetirmeye sahip olduğu anlamına gelir. Yani devlet, kişisel mülkiyeti korumak adına gönüllü olarak değil de, zorla mülkten bir pay istiyorsa (vergi), kişisel mülkten söz edilebilir mi? Veya kişisel mülkün kullanım hakkı bireyin tasarrufunda sınırsız bir hak değilse mülkün kişiselliğinden bahsedilebilir mi? Stirner bu argümana dayanarak mülkiyetin neden olmadığına dair iyi bir ipuçu verir: “Devlet varsa, mülkiyet yoktur.”, “Devlet yoksa ve toplum varsa, gene mülkiyet yoktur.” İkinci önermenin üzerinde fazla durmadan devlet sorunsalını incelemeye devam edelim. ‘Devlet varsa, mülkiyet yoktur’ düşüncesinden, Stirner’in çıkardığı sonuç; devletle mülkiyet arasındaki ters orantıdır. Özel Mülkiyet, devlet’e göre bireyin kendi değerini egoist bir amaca hizmet etmek için harcayabileceği sınırsız hakimiyet alanıdır. Oysa devletin rızkı olan mülkiyet, bir özgeci yada kendi kendini feda etme durumu olmadan devlet veya toplum bir kurum yada organizasyon olarak yaşayamaz. Devlet, bireyin istekleri dışında belirlenmiş bir değer olarak ‘toplumsal değer’, ‘sosyal adalet’ ve ‘kamu yararı’ için bireyleri kendilerinin dışında bir faydaya hizmet etmeleri için köleleştirir. Genel yarar için çalışırken yarış halinde olan bireyler, toplumun ve devletin zenginleşmesi karşılığında kendi paylarına düşecek sözde daha fazla geliri geri alabileceklerini düşünürler. Oysaki, devlet ve toplum, asla bireylere onların kurdukları hayalleri gerçekleştirebilecek imkanı ve serveti onlara vermeyecektir. Baldırı çıplaklığı paylaşmak insanlara, zenginliği ve sefahati sürmek topluma ve devlete ait olacaktır. Devlet ve toplum; mülk sahibi, servet sahibi ve güç sahibi oldukça birey mülksüzleşir, fakirleşir ve köleleşir. Stirner, komünistlerin ve sosyalistlerin barışçıl rüyalarına işte bu yüzden inanmaz.
Liberal ekonominin bütün çıkarsamalarına gizli bir saygı besleyen, Stirner, klasik liberallerin yolundan giderek, devlete bütün gücüyle çatar ve der ki: “[Devlet]…insanların birbirleriyle doğrudan ilişkide bulunmalarına tahammül edemez. Arada arabulucu olarak bulunmak, araya girmek, müdahale etmek zorundadır. Devlet, insanı insandan, kendisini araya bir ‘hayalet’ gibi koyarak ayırır.” Çünkü, devlet, her zaman ekonomik yaşama müdahale etmektedir. Ücretleri ve fiyatları düzenlemekte, çalışma saatlerini kurallara bağlamakta, üretim sürecini istediğinde durdurabilmekte, tüketime yasaklar getirebilmektedir. Devletin, bu karışma sorunu nereden kaynaklanmaktadır? Stirner tereddüt etmeden, yanıtını söyler. Devlet canavarının tek besin kaynağı zenginlik ve bu sömürünün devamını garanti altına almak için zenginliği korumaktır. Devletin alakası mülk sahibi olan bireylerin daha fazla kendisini besleyebileceği gerçeğidir. Bu nedenle, devletin mülkiyet konusundaki yakın ilgisi ve hassasiyeti, bireylerin zenginliği ve mülkü için değildir, kendi refahı ve değeri içindir. Devletin çıkarı aslında bir egoistin çıkarından farklı değildir ama devlet bir soyutlamadır, Biricik Ego olarak Ben ve Sen ise somut olanızdır. Bu yüzden ego’nun değeri gerçek, devletin ürettiği değer geçersizdir.
Stirner, liberal ekonominin tek başına gerçekleri kavradığını ama neden hâlâ liberal etiğin ve siyasetin, özel mülkiyetin devletli bir toplumda korunacağında ısrar ettiğine bir anlam veremez. Liberalizm’in en büyük yanılgısı, mülkiyetin yasaların izin verdiği kadar yada adaletin aracılığıyla sahip olunacağı konusundaki ısrarıdır. Başka bir deyişle, devlet, mülkiyeti bir dereceye kadar vatandaşlarıyla paylaşır ve istediği zaman onları bu haktan mahrum eder. Ortalama insan, eğer bir mülkü varsa, başkalarının mülkünden parça parça koparılmış bir mülkün sahibi olduğunun, fakat bu mülkte, devletin isteğine göre yada koyduğu bir müddete kadar onda olduğunun farkında değildir. Birey bu yanılsamayla kendi mülkünün olduğuna ve iyi şekilde korunduğuna inandırılmaktadır. Devlet, böylece, bireylere kendini bağımlı kılar. Bireyin kendisini güler yüzle karşılar ve seni senden(ego’ndan) ve kendinden(devletten) koruyacağına dair benle yada senle sözleşme yaptığını bize inandırır. Bu öyle bir sözleşmedir ki; yurttaş olarak birey eğer devlete itaat etmekte bir an duraksarsa, özel mülküne el konur ama devlet bireye efendilik yapmak adına emir verdiğinde sözleşme düşmez. Bu sözleşme işte, Stirner’in üzerinde ısrarla durduğu noktadır; Biricik Ben haricindeki her şeyin gene biriciğin kafasındaki hayallerden başka bir şey olmadığı ifade eder. Kafamızdaki hortlakları bir tarafa bırakırsak eğer, ne sözleşme ne devlet kalır. Stirner’in deyişiyle: “ Bu mülkiyet, bir hak olarak, meşru mülkiyettir. Ama kendi hakkıyla elde edilmeyen bir mülkiyet, sanki bireyin gücü dışında elde edilmiştir. Somut olarak değil…bu yasalar tarafından elde edilen bir mülkiyettir, güvence altına alınmış bir mülkiyettir. Benden dolayı benimki değil, yasadan dolayı benimkidir”
Bu demektir ki, birey özgürlüğünü mülkiyete feda etmekte, mülkiyet bireye özgürlüksüzlük getirmektedir. Bireye kölelik getiren mülkiyet ‘kişisel’ veya ‘özel’ mülkiyet olarak nitelendirilemez. Mülkiyet, Stirner’in görüşüne göre, bireyin özgürlüğünün somut ifadesi, ego’nun ayrılmaz bir parçasıdır. “Mülkiyet, bireye ona şarta bağlı olmaksızın sahip olduğu zaman bireyin mülkiyeti, egoist mülkiyet olur ve birey yalnızca şarta bağlı olmayan bir ego olduğu zaman gerçek mülkiyete sahip olur.” Başka türlü, mülkiyet ya ilahi bir varlığın, ya devletin yada toplumun olur.

SOSYAL HAREKETLİLİK OLARAK REKABET DEĞİL, KENDİ ZEVKİM VE KENDİ YARARIM İÇİN REKABET

Rekabet, Stirner’e göre; Ego’nun kendisi olması yolunda yapılan sınırsız hareketlerdir. Oysa liberal rekabet anlayışı, liberalizmin karşı olduğu müdahalecilik anlayışını içerir. Devletin yasalarına itaat etmeyen rekabet edemez demek, açık bir müdahaleciliktir. Yurttaş olarak birey, içinde bulunduğu toplumda ve devlette ancak kendisi olma yolunda sınırlı bir özgürlüğe sahiptir. Liberal rekabet, devlet içinde rekabettir.
Stirner’e göre böyle bir rekabet olamaz. Thomas Hobbes’un “herkesin herkesle savaşı” diye isimlendirdiği doğal rekabetçi toplumumda hükümdar bu savaşın dışında tutulmuştur. Hobbes’un yanıldığı nokta işte burasıdır. Herkesin herkes ile savaşımında, herkes yönetilenlerdir. Hükümdar olarak devlet, rekabetin dışında tutulmuştur. Gerçek olan bu değildir. Hükümdar gözetiminde rekabet eden yurttaşlar, sahte bir rekabet içindedirler. Çünkü, devlet, rekabet etmeyecek kadar güçlü ve iktidar sahibiyken, yurttaşların rekabetini yönlendirecek ve yönetecek kadar da rekabet üstü bir tirandır. Stirner’e göre; liberal devlette rekabet, böylece tam ve mutlak rekabet değil, oligopol ve yarım rekabettir. Sınırlı devlet, kanunlar çerçevesinde rekabete izin vererek, bireyin kendisi olma yolundaki sürece sekte vurur. “Bu nedenle, liberalizmde sadece Hıristiyan düşüncesinin, bedensel beni, Ahmet’i yada Mehmet’i küçümseme/yok sayma tavrının devamını buluruz.”
Peki, bireyler ne için rekabet etmektedirler? Mülkiyet ve servet uğruna. Ama bireylerin uğruna ter döktüğü, daha çok çalışarak birbirlerini geçmeye çalıştığı ve daha fazla mülkiyet ve servet elde etmek için giriştikleri bu mücadelenin meyveleri aslında devletindir. Devlet, bireylerin elindeki mülkü ve serveti istediği zaman alabilecekse, bireylerin harcadıkları enerji boşuna bir iştir. Tiran olarak devlet, rekabet etmez. Rekabet ederek hiçbir yurttaş, devletin makamını el koyamaz ise, o zaman, bireylerin bütün çabaları bir hiçtir. Devlet kurumu iflas etmez, çünkü o herkesin herkesle savaşımında yoktur. Devletin (iktidarın) ölümsüzlüğü işte bu yüzdendir. O yüzden, Ben yani Ego, devlete düşmandır.

SON ÇÖZÜMLEME: STİRNER’İN MANTIKLI VE BİREYCİ LİBERTERYANİZMİ

Devlet’in üstesinden gelmenin tek yolu, Stirner’e göre devrim değildir. Çok basit bir plandır. Emeğimizi çektiğimiz zaman devlet kendiliğinden ve barışçı bir şekilde düşecektir. “Devlet, emeğin köleliğine dayanır. Eğer emek özgür olursa Devlet kaybolur.” Stirner, kapitalist ekonominin varsayımlarını birey varoluşunun her yönüne uyguladı ve kapitalist kurumlardaki en mantıklı yanları alıp gündelik hayatın içinde yeniden üretti. Stirner’in devletin kayboluşunda baş rol verdiği emeğin devlet kurumlarından çekilmesini J.B. Say’in eserlerinden ve Adam Smith’in Ulusların Zenginliği adlı kitaplardan devşirmişti.
Devletin ve toplumun, bireyin kendi benzersizliğine çekilmesi halinde çözüleceğini söyleyen, Stirner. Toplumsal çatışmanın ve şiddetin Egoistler Birliğinde nasıl azalacağını açıklarken, mantıklı bir kapitalist gibi konuşur. “Başkalarıyla birleşmenin kendi refahları için en iyisi olacağını anlayan, benciller, kendi öz çıkarlarını koruyup kollamak adına ince hesaplara gireceklerdir. Çatışma ve şiddet, öz çıkarlarımıza karşı bir fayda sağlamayacağına göre diğer bireylerle gönüllü anlaşma yapmak kendi bencil doğamıza karşı değil, gene bencilce davranmaktır… aşk, ticaret, dostluk, evlilik gibi insan ilişkilerinde Stirner, egoistlerin kendi doğalarını koruyarak, bütün öteki-ego’lara karşı yaklaşımını bencilce bir alış-veriş olarak temellendirdi. Merhamet, acıma, haz ve iyilik gibi duyguları bile ‘senden bana ne kadarsa benden sana o kadar’ olarak karşılıklı olma gerekliliğinin altını çizdi. ‘Hiçbir şeyin bedava olmadığını, kazanılabilir ve satılabilir’ olduğunu, 1844 gibi erken-kapitalist dönemde dile getirebilecek kadar kahinliği bulunan Stirner, komünist bir devletin bireyi kesinlikle köleleştireceğinden şüphesi olmadığını söyleyerek aslında bir manipülasyoncudan çok, dünya’yı iyi yorumlayan bir filozof gibi konuşuyordu. Bilindiği üzere 1844’e, yani, Ego ve Mülkü yazana kadar ki sürede Marx ve Engels’in iyi bir dostu olan Stirner, kendisini Sol-Hegelci olarak görüyordu; liberal devlet’in diğer bütün devlet türlerinden daha özgürlük getireceğini kitabına yazacak kadar da dürüsttü. Stirner fikirlerinin ne kadar derin ve keskin bir doğruluk taşıdığının ispatı ise, devletin ve toplumun peçesini kaldırarak aslında bireyin, kendisinden öte değerli bir şey olmadığını vurgulamasıydı. Ego hariç diğer herhangi bir bütünlük ve sabit fikir, bireyin kafasının içinde yarattığı çarklar olduğunu parlak bir biçimde betimlediği kitabında, şöyle der: “Çünkü, tek gerçek şey ego’dur ve bu ego benzersiz olduğu kadar örneksizdir. Bu yüzden bir liberal kimi kendine eşit görür? İnsanı !...Ahmet olarak ona eşit olamazsın, çünkü o, Ahmet değil, Mehmet’tir; insan olarak ise onunla aynısın diyerek, liberal devletin de aslında seni yani bireyi yok sayma olarak hak ve özgürlükler adına Biricik Ego’yu başka soyutlamalarla eşitlemeye kalkışmış olmasıdır.” Bu liberalizmin geleneksel amacıdır. Böylece Stirner’in, özgürlüğü ve bireyciliği gerçekleştirmeye en yakın olarak gördüğü Liberal devleti bile bireyin kendi varoluşa karşı yeni bir tahakküm şekli olduğu konusunda şüphesi kalmaz.
Hiyerarşinin köklerini, düşüncelerin ve zihniyetlerin hakimiyeti olduğunu kavrayan, Stirner, bir entelektüel olarak, modern dünyanın bizzat soyutlamalara tapınma zamanı olduğunu işaret eder. Hayaletler ne kadar gerçekse, kafamızda yarattığımız soyutlamalarda o kadar gerçektir, derken, Stirner bütün insani psikolojimizi ve ahlaki hoşnutluğumuzu derinden sarsar. Sabit fikirler, Ego’yu kendi dünyasına o kadar yabancılaştırmıştır ki; devletin ve toplumun otoriter gizeminden ve bireyin varoluşundan kendisini koparacak kadar nüfuz sahibidir. ‘Hiçbir şey benden daha önemli değildir”, sözüne inanan Stirner, güçlü bir birey savunusuna bu yüzden kalkışır. Stirner’in kavramı Ego ve onun mülküdür. Bu düşünce ilkin kendini kanıtlama ve bilinçli bir çıkar ilişkisidir. Bütün bireylere, kendilerine kendilerini unutmama çağrısı yaparak: ‘Benim için kendimden daha önemli bir şey yoktur!” ve bu özgün durumu kullanarak bireyin amacının her şeyden önce hayattan zevk alması gerektiği öğütler. Bu yüzden Stirner, Egoistler Birliğinde kendisine yol gösterici bir kutup yıldızı rolü biçerek (ve herkes için bu rolü biçer), aslında bir bencil olarak da başkalarının hayatına karşı sorumsuz kalamaz. Umursamazlık, Stirner’e göre değildir. Stirner, teşvik ederek, sessiz kalmayarak ve tavsiyede bulunarak bir bilinci işaret eder. “Herkes kendisi içindir ama benden sonrası tufan” mantığını savunmayan bir egoizmi içeren Stirnerci mantık bize harika bir biçimde gerçek dünya’yı hatırlatır: “Dünyayla ilişkim, benim ondan yararlanmamı, dolayısıyla da onu kendi zevkim için tüketmemi içerir… ve sen! Neye ihtiyacın varsa al ve bırakma!”
Max Stirner, bireyci liberteryanizmin en mantıklı formunu savunur. Egoistler Birliği, Ego’nun tutkularına ve isteklerine göre şekillenmiş bir yaşam formu olarak, bireyin herkes ve her şeyle olan ilişkisine göre tatmin sağlar. Egoistler Birliği, giriş ve çıkış özgürlüğü bakımından serbest piyasanın argümanına yüzde yüz uyar. Kendiliğinden oluşmuş bir doğal topluluk olarak, Hayek’in ifadesine göre Cosmoscudur. Rothbard’ın Anarko-kapitalizmi ile tamamen aynı yönde ilerler. Nozick’in ütopyasında aynı paralellikte bireyci süreci işletir. Ve belki de en ilginci 19.yüzyılın bütün ütopyacılarında görülen para’nın ortadan kaldırılması fikrine şiddetle karşı çıkarak, para’nın devletin aracılığından çıktıktan sonra bireyin gücünü bir değer olarak göstermesi bakımından, Egoistler Birliğinde hareketliliğin sağlayıcısı ve dinamik bir yaşamın en büyük güvencesi olarak görür. Özetlersek, Stirner, mantıklı bireyciliğinde oldukça liberteryandır; özel mülkiyeti, piyasa ekonomisi örgütlenmesini, serbest paracılığı ve egoizmi savunarak, yeni bir hayat şekli sunar. Kızlar akademesinin ürkek ve anlaşılmaz öğretmeni, klasik liberallerin salt kendi argümanlarını kullanarak onları en güçlü olduğu noktadan tedirgin etmeyi başarmıştır. Stirner, Biricik Ben’in üzerine yeni bir dünya var eder ve bu dünyada bireylere kendilerini kanıtlama çağrısında bulunur. Tutarsızlıklar denizinde boğulmakta olan liberalizme, bir egoistin yapacağı en iyi teklifi sunar: Biricik-Ben’den daha önemli olmayan bir liberalizm...