18 Nisan 2007 Çarşamba

MAX STIRNER ÖĞRETİSİ: BİRİCİK BEN’DEN DAHA ÖNEMLİ OLMAYAN BİR LİBERALİZM.

“Benim eylemlerimi komuta etmek, nasıl davranmam gerektiğini söylemek ve bunu yönlendirecek bir yasa oluşturmak hiç kimsenin üstüne vazife değildir. ” Max Stirner

BİR-İKİ LÂF

Liberalizm kendisini meydana getiren özellikleri ön plana çıkarmaktan çok hoşlanır. Liberalizm kendini ifade ederken, fikirlerini öne sürmekten ziyade diğer ideolojilere karşı haklılığını savunur. Bunun birinci sebebi, liberal fikirlerin rasyonel, doğal, gerçek, somut, denenmiş ve eleştirel olmasından ötürüdür. İkinci sebep ise, liberal fikirlerin, kendisini yenilemeye hazır ve diğer fikirlerle rekabete girecek kadar korkusuz olmasından dolayıdır. Bu liberalizmin alamet-i farikasıdır.
Bu makalenin amacı, liberalizmi; fikirlerini, felsefesini, siyasetini ve ahlakını göz önüne alarak Max Stirner’in radikal bireyci eleştirisiyle anlamlandırmaktır. Ama bu anlamlandırmanın bir adım ötesi liberal düşünceyi güçlü kılmak olmayacaktır. Makalenin konusu, Max Stirner’in süzgecinde liberal düşünceye kazandırdığı hiçbir şey olmamasının yanında kaybettirdiği bir şey de olmamasıdır. Max Stirner’in amacı liberalizmi yenilgiye uğratmak yada imha etmek değildir. Stirner, John Gray gibi liberalizmin mezarına yazı da yazmaz, arkasından ağıt da tutmaz. Çünkü, Max Stirner’e göre tek gerçek, tek hatırlayan, tek yaşayan, tek hisseden ve tek anlamlandıran şeyin Ego olduğu gerçeğini bütün bireylere hatırlatmasıdır. Eğer bir ölü varsa o sadece Ben yada Sen olabilir, eğer bir mezar varsa o mezar Ben’im yada Sen’indir, der ve ekler “Liberalizm, senin kafanda yarattığın bir şeydir, bir sabittir. Yaşayan yada ölen, gelişen yada çöken Ego dur, liberalizm değil…
Max Stirner’i anlamak için yaşıyor olmak yeterlidir. Stirner’in düşünce sistematiğinde somuta ve tutarlığa aşırı vurgusundan dolayı okuyucu biraz ürkebilir, ama, Stirner okuyucuyu asla şaşırtmaz, soyut kelimeler kullanmaz, sabit fikirlerden bahsetmez ve sadece gerçeğin aranmasında ısrar eder. Stirner’e göre işin aslı ve tüm sebep; bütün acıları, sevinçleri, özgürlüğü, refahı, barışı ve mutluluğu hisseden yada kaybeden bireyde aranmalıdır. Fakat bu birey, liberallerin bildiği gibi bir birey değildir. Stiner’in deyimiyle; sadece ‘benimle başlayan gerçeğin, benimle sonlandığı ve var olduğu biricikte’ bulunan bireydir. Neticede Max Stirner’in giriştiği iş, liberal bireyciliği mantıksal sorgulamadan geçirdikten sonra liberal bireyciliği düzeltmek ve değiştirmek değil, yalnız bireyi yani biriciği herhangi bir ön-sıfattan arındırmaktır. Çünkü, Stirner’e göre liberal birey, anarşist birey, dindar birey, mutlu birey yada özgür birey olmaz. Birey, başlı başına bir şeydir, başka bir tamlama veya sıfat kabul etmez. Birey’in amacı kendisi olmak değildir, birey zaten biriciktir. Ben’in yapmayacağı şey, kendisine kendisinden daha büyük amaçlar edinmesidir. İşte, liberalizmin yanıldığı nokta kısaca budur. Liberalizm bir ideoloji olarak baştan, bireyden büyük bir amaçtır. Liberalizm böylece bir büyük anlatı olarak, bireyi bütünü oluşturan parça olarak gördüğünden zaten tarihin sonunu getirmiştir. Ama Stirner’in bakış açısıyla kendisini oluşturan parçalardan daha büyük görerek kendi sonunu ve tarihini.

BEN YOKSAM SEN YOKSUN / BEN YOKSAM HİÇ KİMSE YOK

Stirner, bireyi, cisimleştirilmiş beden olarak görür. Bireyin özü, ruhu ve ideası yoktur. Birey cismani olarak etten, kemikten ve kandan meydana gelen fizyolojik bir varlıktır. Stirner’in kabul etmediği nokta; bireyin, soyut ve ideal düşünceler karşısında yegane gerçek olan kendisinden uzaklaşmış olmasıdır. Örnekse, ölen insandır. Yok olan bireyin eti ve kanıdır. Aklı, ruhu ve amacı değil. Çünkü, var olan yalnızca bireydir, onun kendisinden türeyen şeyler yada kendi kafasında oluşturduğu soyutlamalar değil. Böylece, Stirner, bireyi fizyolojik bir varlığa indirgemez, zaten, birey fizyolojik-olandır, görüşünü dile getirir.
Stirner’in en önemli Liberal eleştirisi; insan doğası hakkındadır. Liberalizme göre insan doğası, bütün insanlara eşit derecede dağıtılmış, verilmiş yada doğuştan var olan bir şey olarak görmesidir. Liberalizm, insan doğasını değişmez, gelişmez yada eksilmez bir şey olarak farz ederek, Ben’in egosunu diğer Ben’lerle eşitler. Yetenekleri ve ekonomik kazanımları insanın kişisel şansı ve becerisi olarak kabul eden bir ideoloji, Ego söz konusu olduğunda nasıl olurda bir bireyi kendi hemcinsine eşit olarak görebilir, Stirner’in kabul etmediği şey aslen budur.
Liberalizm; insanı, otantik, farklı ve özel olarak saymaz. Liberalizm vurguyu çeşitlilik ve çoğulculuk üzerine koyarken her insanın parmak izindeki gibi biricik ve tek olduğunu bildiği halde neden Ego’yu yani Ben’i insan adı altında eşitlemeye kalkar? Çünkü, Liberalizmde diğer akımlar gibi sabit fikirlerle kurulmuştur. Bireycilik, liberal fikrin ayırt edici bir özelliği değil, karşı çıktığı eşitlik ve toplumculuk gibi soyut ve yığıncı bir anlayıştır. 3-C sınıfı nasıl bireylerden oluşmuş ise, bireylerde kendi özel doğalarından oluşmuştur. Stirner eleştirisine devam ederken şöyle der: “[Liberalizm] senin özel olarak ne olduğuna fazla dikkat etmez, genel olarak ne olduğuna bakar. Başka sözle, o sende seni değil türsel varlığı görür; Hans’ı veya Thomas’ı değil, fakat insanı; gerçek ve biricik bireyi değil, senin özünü ve kavramını. Onun gözünde bedene sahip biri değil, bir ruhsun”
İnsan yada insan doğası, Stirner’in dediği gibi sadece bir kavramdır ve gerçek değildir. Gerçek olan tek şey ‘bedensel ben’dir. Bedensel-ben ise herkeste bulunabilir ama asla, Bedensel-ben, herkeste aynı değildir. Bu farkı yaratan tek şey Ego’dur, Ego’nun biricikliği. Ego’nun tekliği Stirner de Ahmet’in, Mehmet’e eşit olmamasıdır. Eğer, Ahmet, Mehmet’e eşit değilse. Bunun sonucunda herkese eşit olarak uygulanan adalet, ahlak ve yasa hakkında ne düşüneceğiz. ‘Her zaman ve her yerde geçerli olan’ her neyse, Ego’ya ait değildir, der Stirner. Çünkü Ego, belli bir zamanda var-olan geçici bir bedendir. ‘Her zaman ve her yerde geçerli olan’ adalet, ahlak ve yasa, Liberalizm de insan haklarıdır. İnsan Hakları, Ahmet ile Mehmet’in aynı şeyleri hedeflemelerini, aynı amaca hizmet etmelerini, nasıl yaşamaları gerektiğini ve hangi davranışta bulunmalarını söyleyen norm ve ideallerdir. On emir nasıl ilahi bir yasa ise, İnsan hakları da rasyonel tanrının buyruklarıdır. Birey, dinin gereklerini yerine getirdiğinde ‘iman sahibi’, yerine getirmediğinde ‘günahkar’ olur. Birey, devletin yasalarını yerine getirdiğinde ‘vatansever ve iyi yurttaş’, yasalarını yerine getirmediği zaman ‘bencil ve suçludur.’ Bireyin belli bir amaca göre davranmaya zorlanması ‘genel yarar’ ilkesine göre hareket etmesi anlamına gelir. Tersi bir durumda ise ‘ahlak-dışı’ olarak adlandırılır. Bu yaklaşımlarının ortak noktası ‘Her zaman ve her yerde geçerli olanın’ kutsal sayılmasıdır. Oysa kutsallık, durağan, bozulmaz ve ölümsüz bir varlığa işaret eder. Birey ise ölümlü, değişen ve biten bir cismanidir. Kutsallık ise bireye bir şey anlatmaz. Çünkü, kutsallık sabit fikirlerin en sabitidir. Kutsallık, Ben ile bağdaşmaz, ahlak ise Ben’in gerçek varoluşuna yani geçiciliği ile ilgilenmez, daha büyük bir şeyle; Bireyin sözde türsel varlığıyla, yani, İnsanlıkla ilgilenir. Toptancı bir bakış açısıyla 3-C sınıfının ahlakı, yasaları ve hakları, Ego’nun olması veya olmamasına bakmadan varolur. Ego’nun ölmesi yada yok-olması, toplumu, devleti ve yaşamı ilgilendirmez, çünkü, onlar Ben’siz de yaşarlar. O zaman benim adıma ve bana ait olarak ortaya çıkan hak ve yasalar, eğer, ben öldüğümde benle beraber yok olmuyorsa demek ki bu hak ve yasalar benim değildir. Bu hak ve yasalar benden üstün görülen topluma, devlete, dine, ahlaka, kutsallığa ve insan haklarına aittir.
Stirner basitçe bütün kavramların, soyutlamaların, yığınların ve ideallerin bireyi tek tipliliğe ve tek biçimliliğe doğru sürüklemek istediğini söyler. Ego’nun yasası yoktur. Ego yalnız kendisidir. Kendi gönlünce kendisine yasaklar koyar yada serbest bırakır. Fakat gücü, iradesi, şansı ve yetenekleri çerçevesinde, bunlardan yararlanır. Yetkisini kendisinden alan Ego’nun zaten başka bir şeye ihtiyacı yoktur. Onu ilgilendiren kendisinin potansiyelidir.

ÖZGÜRLÜK BİRİCİK BİREYE KARŞI

Mutlak Özgürlük, Stirner’in istediği bir şey değildir. Stirner, özgürlüğün sınırlı olduğu konusunda liberallerle fikir birliği içerisindedir. Liberaller, özgürlüğün sınırlı olduğundan ‘negatif özgürlüğü’ savunurken. Stirner, özgürlüğün bazı şeylerden kurtulma durumu olduğundan özgürlüğü savunmaz. Çünkü, bireyin önündeki her türlü engel yok edilmediği sürece bazı şeylerden kurtulma durumu olarak ‘negatif özgürlük’ biricik-ben’e bir şey kazandırmaz. Stirner’in istediği daha başka bir şeydir. Her türlü sınırlamadan, barajlardan ve baskılardan kurtulma haline, Stirner, özgürlük demez, kendilik der. Kendilik, özgürlüğün getirdiği şeyden hep daha fazla bir şeydir, kendisinin sahibi olmaktır. Stirner’in deyişiyle: “Kendilik ile birey, hem kendisinin, hem de istediği şeylerin sahibi olacaktır. Özgürlük, bir şeylerden kurtulmaksa, kendilik, her şeye malik olmaktır. Özgürlük herkese mâl olur. Kendilik ise sadece bana aittir.”
Stirner, liberalizmde, ikinci en büyük tutarsızlığı bulur: özgürlük. Özgürlük ile alıp- veremediği hiçbir şey yoktur Stirner’in (Biricik-Ego'nun) ama yeni sınırlamalar, yeni zorbalık ve yeni yükümlülükler getiren liberal özgürlüğünde elle tutulacak bir yanı yoktur. Niçin mi? Çünkü, liberalizm özgürlüğü amaçlarken herkes için bir hak olarak görürde, ondan. Stirner hiç vakit kaybetmeden liberalizme sorar: “Sen, özgürlüğü benim için mi istiyorsun yoksa beni araç haline getirip özgürlüğü mü?” Liberalizm, böylece, Stirner’e göre: “Özgürlük, insanın kendi yararına uygun olan şeyleri gerçekleştirmek için bir araç olarak değil, liberalizm için istenir olmuştur; özgürlükle özgürlük için ilgilenilir olmuştur…En yüksek değer veya en yüce hedef olarak özgürlük bireye hiçbir şey sağlamaz.”
Böylece, özgürlük de; devlet, kamu yararı, kolektivizm ve sosyal adalet gibi birer hayal ürünü idea’dır. Hiçbir şey Ego veya Biricik Ben kadar somut değildir. Stirner, devamlı üstünü çizdiği şeye vurgu yapar: “Ben yoksam özgürlük yoktur. Ben varsam ancak özgürlük vardır” O zaman değerli olan Ego’dur ve amaçlanan şey her neyse Ben’den üstün olamaz. Özgürlük sadece basit bir kavramdır. Ego ise gerçek durumdur. Kendilik bu açıdan yaşayan biricikliğin farkına varılmasıdır. Stirner de, karşı çıkılacak şey, bireyin biricikliğinden daha büyük gösterilmeye çalışılan hedeflerdir. Hiçbir gaye yoktur ki Ben için olmasın… “Özgürlük hayal dünyasında yaşar! Oysa kendim olan Ben bütün varlığım ve varoluşumdur, o bendir. Kurtulmuş olduğum şeyden özgürüm, iktidarım içinde olduğum şeyden özgürüm, iktidarım içinde olan şeyin yada denetlediğim şeyin sahibiyim. Kendime nasıl sahip olacağımı bilirsem ve kendimi başkalarına emanet etmezsem ben her zaman ve her koşulda kendimim. Özgür olmak gerçekte amaçlamayacağım bir şeydir, çünkü onu yapamam, yaratamam; onu ancak isteyebilirim ve ona doğru can atabilirim, çünkü o bir ideal bir hayalet olarak kalır…Ama ben her zaman kendimim.” Stirner, özgürlüğü verilip alınabilecek, kazanılıp kaybedilebilecek, hatta kişinin özgürlüğü herhangi bir değersiz şey karşılığında takas edebileceği veya feda edebilecek bir durum olarak görürken, kendilik ise ne alınıp verilebilir, ne de ondan vazgeçilebilir, der. Descartes’ın dediği gibi: “Düşünüyorum, öyleyse varım!” sözü, Stirner’in felsefesini anlatmak için iyi ama eksik bir yoldur. Düşünmek için özgür olmanın yada köle olmanın bir anlamı yoktur. Düşünen Ben’dir. Var olan ve yaşayanda Ben’dir. Dolayısıyla, birey için hedef özgürlük değil, zaten varoluşunda var olan kendiliğini keşfetmektir.
Liberalizmin idealize ettiği “Sınırlı özgürlük”, insanın varoluşuna mantıksızca soyut prangalar takar. Müdahaleci bir toplumda, müdahaleyi kaldırmak için müdahaleyi şart koşar. Zoru kötülerken, jandarma devleti’nin baskıyı ve gücü kendi tekeline almasını zorunluluk olarak görür. Özgürlüğü ister, fakat kanunlarla bireyin bağımsızlığına sınırlar koyar. Bireyin zevk ve tercihlerini kabul eder ama onu kendisi ile baş başa kalmasını istemez.….Açıkçası Liberalizm ne yaptığını bilemeyen deli danalar gibidir. Stirner sorguladıkça liberalizmin kara deliklerini daha da büyütür. Herkes için eşit olarak istenen özgürlüğü, özneden ayrı genel kavramlar için istemeye başlayan Liberal’e sorar: “Siyasal özgürlük; bundan ne anlıyoruz? Bireyin devletten ve onun yasalarından bağımsızlığını mı? Hayır; tersine, bireyin devlete ve devletin yasalarına bağımlılığını. Peki, o zaman niçin ‘Özgürlük’…İfade özgürlüğü, din özgürlüğü, basın özgürlüğü ve vicdan özgürlüğü hepsi belli özgürlüklerin istenir olmasını gösterir bizlere, ve hiç tartışmasız bu tür özgürlüklerdeki amaç kendi türünü korumak içindir. Din özgürlüğü din için, basın özgürlüğü medya içindir. Hiçbir özgürlük bireyin biricikliğini hedeflemez. Liberalizm, Ahmet’in yada Mehmet’in kendisi için ilgilenmez, kendilerinin kendisi için ilgilenmelerini de. Bireyi sonraya atan bir ideoloji, hangi özgürlüğü kimin için istemektedir. Düşünceyi gerçekleştiren Ego ise, düşünceye mi hürriyet verilir, yoksa Ben olan Ego’ya mı? Sorunun kendisi mantıksızdır. Ama, liberalizm, düşünce için özgürlük ister, gerçek olan Ben için değil. Oysa, düşünce’nin kendisi düşünemez, düşünen yalnızca Ben’im ve Sen’sin, ama ne özgürlük, ne de düşünce kendisini ifade edebilir sadece biricik kendisini ifade edebilir. Ne yazık ki, liberalizm, bireyin bağımsızlığı için özgürlüğü istemez, bir şeylerden kurtulmak için, feda edilen kendiliklerin yerine soyut akıl tanrısı(rasyonalizm) için özgürlük ister. Bu mantık, liberalizmin bütün foyasını çıkarır. Liberalizm, Ego’yu diğer ideolojiler gibi yok sayar ve sonuçta kendi dayanağı bireyciliği de…

DÜŞMANIM DEVLET

Stirner’e göre insanın insan üzerinden egemenliğini ortadan kaldıran liberalizmin, kanun hakimiyeti olarak yeni egemenlik ve tahakküm mekanizması yarattığından bahseder ve liberalizmin gerçek özgürlüğü yaşanılan dünya’ya getirememesinin nedeni olarak görür. Stirner’in, liberalizme karşı çıkışı, devlet’e ve din’e karşı çıkışıyla aynı paralelliktedir. “Liberalizm de bir dindir, çünkü benim özümü benden ayırır ve benim üzerime yerleştirir, ‘insanı’ diğer dinin [Hıristiyanlığın] Tanrısını yükselttiği derecede yükseltir…”
İnsan refahı ve güvenliği için yaratılan Devlet, insan ruhunu arındırmak için kafamızda yarattığımız Din ve insan özgürlüğü için ortaya çıkmış liberalizmin kökeni ve kutsalı aynıdır. Yolları farklı olsa da zihniyet aynıdır. Dinin Tanrısı insanları eşit görür, aynı Hukuk devletinin kanunlar karşısında bireyleri eşit görmesi gibi. Liberal Devlet, bireyleri kanunları ve hapishanesi ile, din ise, günahları ve cehennemi ile korkutur. Din, insan ruhunun doğuştan yada sonradan günahkâr olduğunu ve bu yüzden din kurumlarının olması gerektiğini ifade eder. Liberal devlet ise bireyin kıskanç, suça eğilimli ve kötücül olduğundan dem vurur, bu yüzden Devlet kurumlarının(adalet, polis, anayasa ve yasaklar) olmasından bahseder.
Stirner mantığını en uça taşıyarak, [Liberal] devletin ve dinin; özü, amacı ve yarattıkları dünya’ya karşı çıkarak…ama bu dünya benim dünyam değil…diyerek, hasmını açıklar: “Egoist olan ben.. devlet ve ben, düşmanız.” Stirner buradan ‘Devlet’ sorununa geçer. Bu konuda tipik bir Liberteryen söylemi getirir: “Devlet yöneten bir irade olduğu sürece yaşayabilir. Benim kendi iradem, der Stirner, “devletin yıkıcısıdır; ve bu nedenle de devlet tarafından öz-irade olarak suçlanmaktadır. Bireysel irade ile devlet iradesi, aralarında hiçbir zaman ‘kalıcı barış’ sağlanamayacak düşman güçlerdir. Öyleyse, birey hiçbir devlette kendisi ve özgür olamaz. Çünkü devletin varoluş nedeni bireyselliği ortadan kaldırmaktır. Stirner’e göre devletin her zaman bireyi sınırlandırmak, onu bağımlı yapmak gibi temel bir amacı vardır. O asla bireylerin özgür eylemlerini amaçlamaz, amaçladığı sadece kendi çıkarlarına bağlı eylemlerdir. “Devlet bir bağımlılık ve bağlılık dokusudur, bir ağdır; o, birlikte ait olma’dır, birlikte tutunma’dır; içinde bireylerin kendilerini birbirlerine uydurduğu bir yerdir. Kısaca herkes karşılıklı olarak birbirlerine bağımlıdır, devlet bu bağımlılığın düzenidir.” Dolayısıyla, bireyle devlet arasındaki mücadele kaçınılmazdır. Birey kendiliği adına devletin karşısında hakikat olarak durur. Devlet ise biricikliğe karşı kutsallığını kullanır. Oysa her örnekte belirttiğimiz gibi 3-C sınıfı kutsal ise, onsuz varolamayacağı bireyler nedir? Bu soruyu soranlar ve cevabı biriciklik üzerine kuranlara, devlet, ‘egoist’, ‘barbar’, ‘vahşi insan(kapitalist)’ ve ‘sapkın’ ismini kullanır. Böylece, devlet, biricik olarak bireyi, ‘kutsal-olmayan’ olarak değerlendirerek, biricikliğe karşı dokunulmaz sabitleriyle, bireyleri korkutur ve sindirir. Devlet, bireyden daha öncedir. Vatan, bireyden daha kutsaldır. Bayrak, bireyden daha somuttur. Devletin resmi ideolojisi, bireyin zevk ve tercihlerden daha önemlidir….vs. Kısaca, devlet, bireyden üstün varlıktır.
Liberalizm, tiranları haklı bir şekilde yargılarken, insanın insan üzerindeki iktidarı ve köleliği kaldırıp yerine yasaların soyutluğunu ve soğukluğunu daha anlamsız bir biçimde birey üzerine yerleştirdi. Yani Hukukun üstünlüğü basit biçimde yorumlandığı an, yasalar bireyin üstündedir, diye okunur. Oysa, yasalar herkesçe bilinir ki, insan yapımıdır. İnsan yapımı bir şey insandan daha önemli olabilir mi? Stirner kesinlikle bu düşünceye karşı öğretisini geliştirir. Hukukun üstünlüğü varsa, birey aşağılıktır. Yasalar bireyin özgür iradesinden üstün ise, insan yapımı sözler nasıl olurda yanılmaz doğrular olarak Ego’yu yargılamaya, suçlamaya ve cezalandırmaya kalkışır. Liberalizmin ortaya çıkardığı bütün bu soyut tanrılar gerçek bir hortlaklardır.
Stirner, insanın insan üzerindeki hakimiyeti kaldırıp, demokrasiyi getiren liberalizm’in aslında hiçbir şey yapmadığını bireylere etraflıca anlatır. Ve der ki; “Devletin, siyasal erkin kimin veya kaç kişinin elinde olmasına göre sınıflandırılması saçmalıktır. Çünkü, devletin egemenliği sonuçta “En üstün güçe” dayanır ve bir kişinin, azınlığın yada çoğunluğun bu güce sahip olması hiçbir şeyi değiştirmez. Siyasal otoriteye kim sahip olursa olsun devlet adına hareket eder, bu üstün güç adına yönetir. ‘En üstün güç! Kime karşı güç? Bireye ve onun ‘öz-iradesine’ karşı. Devlet bu güce dayanarak zor kullanır, ama birey ‘zor’ kullanamaz. Devletin işleyişi şiddet üzerine kuruludur ve yaptığı şiddeti ‘yasa’ olarak adlandırır. Birey şiddet kullandığında bu ‘suç’ olur.’ Stirner’e göre devletler, yasalar aracılığıyla kendilerini şu yada bu idea’ya dayanarak meşrulaştırırlar. Yasalar meşruiyetin garantisidir. Dolayısıyla, yasasız devlet olamayacağına göre, meşru ve meşru olmayan devlet ayrımı yapmak anlamsızdır. Öyleyse, “despot ister tek, ister çok olsun veya efendi çoğunluk olsun, her devlet bir despotluktur.”

LİBERALİZM, TOPLUM VE BÜTÜNLÜK

Stirner, liberalizmin evrensel toplum projesi olduğundan kuşkusu olmadığı için liberal siyasetin aygıtı olarak liberal devlete olduğu kadar liberal topluma da düşmandır. Çünkü, toplum da devlet gibi kolektif insanın yüceltilmesine, bireyliğin kollektivite (ortaklaşalık) içinde eritilmesine dayanır. Stirner, ‘yaşamın olabilmesi için topluma ihtiyaç vardır’ klişesini uydurma bir mantık olarak görür. ‘Toplum, hakimiyeti altındaki feodalizm’ sözüyle, Stirner, toplumun insanların toplamı olarak görür. Toplumcu düşüncenin yanlışı da aslen budur. Ahmet, Mehmet, Ali…vs asla toplanamaz, toplanabilse bile bir bütünlük oluşturulamaz. Bundan dolayı, Stirner, ‘ortak iyi’, ‘adalet’, ‘özgürlük’, ‘insan hakları’, ‘devlet’ ve en sonunda da ‘toplum’u totalleştirici sahte bir kavram olarak eleştirir. Ona göre, bütünleştirici söylemler, Ego’nun biricikliğini, eşsizliğini, örneksizliğini ve gerçekliğini zayıflatma işlevi görürler. Çünkü, her tür bütünlük; toplum, devlet ve insanlık ideali gibi, bireysel olanın değersizliği üzerine inşa edilir. Bütünlüğün değerini ve kutsallığını arttıran Ego’nun değersizleşmesi ve kutsal-olmamasına bağlıdır. Yada bugünün modern yaklaşımına göre bireyin, insan olarak değeri, sahip olduğu gruba, klana, ulusa, vatandaşlık düzenine, soyuna, derisinin rengine, zenginliğine ve bulunduğu gettosuna yani sahibi olduğu her şeyi bütünün değerli kılınmasına bağlı olarak elde eder.
Stirner’e göre, bütünlük söylemlerinde, egonun kendine dönük ilgisi ve kendileriyle ilgili çabaları günahkarlık, ahlaksızlık yada bencillik olarak görülüp, değerden düşürülür. Oysa, ego her şeyin sahipliğini kendisinde içerir; kendisi dışında yabancı bir standarda ihtiyaç duymayan bu sahiplik, yalnızca sahip olanın bir tanımlaması, bir beyanıdır. Ego’nun, sahipliğin yalnızca kendisiyle ilişkisi olduğunu anlaması, onun kendisini başka her şeyden bağımsız bir biçimde, biricik bir varlık olarak bilmesi anlamına gelir.
Stirner, ego’ları insanlık ideali altında birleştirmek suretiyle, bireyleri türdeş oldukları konusunda aldatan bütüncül düşünen her ideolojiye karşıdır. Liberalizm, işte bu toptancı fikrin peşindedir. Bireyler türdeş değildir. Çünkü, Ahmet, Mehmet değildir. Mehmet de Ali değildir. Öyleyse toplum fikri nedir? İnsanlık ideali gibi soyut ve sabit bir fikirdir.
Liberalizm gibi “klasik Aydınlanma felsefelerinden yakasını sıyıran Stirner, yeni bir iktidar işleyişi tanımı yapmıştır. İktidarın, insanı baskı altına alarak değil, fakat siyasal bir özne olarak inşa edip onun sayesinde yöneterek işlediği bir özneleşme süreci tarif eder. İnsan, iktidarın yeri olarak, Devletin bireye hükmettiği siyasal bir birim olarak kurulur. Devlet, bireyin belirli bir özsel kimliğe uyumlanmasını talep eder, öyle ki, Devlet toplumunun bir parçası haline gelebilir, böylece hükmedilir: "Benim bir İnsan olmamı istemek yoluyla Devlet, böylece bana olan düşmanlığını ele verir ...beni, İnsan olmayı bir görev olarak kabul etmeye zorlar". Stirner, bireysel benlik ile insan özünün apayrı ve birbirine zıt kendilikler olduklarını görerek, geleneksel hümanist ontolojiyle ilişkisini kopartır.”
Bireyin toplumcu yanını gevşek bir ilişkiler ağı olarak gören, Stirner, devletin toplumsuz, toplumunda devletsiz varolamayacağını öne sürerek, bugüne kadar hiçbir fikrin, peşinden koşmadığı bir düşünceyi ifade eder. Anarşizm, devleti yok eder ama yerine iyi yürekli insan toplumunu geçirir. Anarko-Kapitalizm, devleti, soygun çetesi olarak görerek ahlaksız bir sömürü aracı olduğunu ifade eder. Ama yerine ‘ekonomik yollar’ aracılığıyla bireylerin kendiliğinden oluşturdukları toplulukların bir düzen içerisinde varolacaklarını söyler. Oysa, Stirner, bunların her birinin birer uydurma bir yapaylık olduğunda ısrar eder. Yanlış anlaşılmaya mahal vermemek içinde, Stirner, düşüncelerini açar. Varoluşumuz bizi yalıtılmış bir şekilde yaşamayacağımızı bize ilk günden söyler. Ego doğduğu andan itibaren Anne ve Baba’nın çatısı altındadır. Bu bilinen bir gerçek olarak doğal bir haldir. Ama sonra toplum, ego’ya kutsal bir amaç yüklemeyi görev bilip; ahlakını, statükosunu, kanunlarını ve değerler sistemini ‘gizli bir zorbalıkla’ ego’ya kabul ettiriyorsa ve Ego’nun biricikliğini değiştirmeyi hedefliyorsa, o zaman, toplum asla doğal bir işleyiş olamaz. Bir birlik olarak toplum, gevşek ve doğal bir hal olarak belli bir sınırda kalamayacağına göre, Stirner, toplumu devletten farklı görmez. Toplum her vakit bireye kendisini topluma kurban vermesi için sıkıştırır. Toplum; bireye nasıl davranacağından, ne yapacağına kadar her şeyi açıklar, planlar yaparak kendisini seçmeye zorlar. Toplum, ahlak kodlarını, örf ve adetlerini, bireyin Ben’in üstüne yerleştirerek Ego’yu etkisi altına alır. Toplumun varoluşu biricikliğin yok edilişine bağlıdır. Onların kavramı ‘biz’dir, ‘herkes’tir. Her türlü kolektivizm kölelik ise toplum bireyleri kendisini oluşturan bir organ olarak görerek, bir efendi-beden olarak bireyleri bir organ, bir görev adamı yani bir köle olarak görür.
Devlet ve toplumu birbirinden ayırmayan Stirner, gene de Adam Smith’in kişisel çıkarların farkında olmadan oluşturdukları işbölümüne sempati ile bakar. Ego’ların çıkarlarını, güçlerini ve kazançlarını arttırmak için geçici bir birliktelik olarak Egoistler Birliğini savunur. Egoistler birliği bir kulüp (dernek) statüsünde bireylerin çok şey elde edecekleri bir yer olarak görür. Egoistler birliği en nihayetinde bir güç birliğidir; güç birliği de durağan olmayan, değişmezlik içinde bozulmayan, sürekli değişen, gelişen ve yenilenen devamlı bir öz birleşmedir; bireyin kendi rızası ile girip, kendi rızası ile çıkabildiği bir birliktir. Yalnızca kendi gücünü çoğaltmak için diğer egoistlerle birleşen birey bu birlikten kendi çıkarları için yararlanır. Bu birlik hiçbir ahlaki etkide bulunmayacak, hiçbir yasal sınırlama getirmeyecektir. Egoistler Birliği’ni toplumsal birleşmeden ayıran temel özelliği onun çıkarlar için bir arada olmasıdır, zoraki görevlerin yerine getirildiği için değil. Toplum içinde gerçekleşmiş bir birleşme ortaklaşalıktır; ortaklaşalık anlamında birlik (toplum) herkesin kendi gücünden vazgeçmesi sonucunda kurulur. Buna karşılık, bir çıkarlar birliği anlamında Egoistler Birliği herkesin kendi gücüne sahip çıkması ve bu güçlerin gönüllü olarak bir araya gelmesi ile oluşur.
Laissez-faire liberteryenizmin düzeni ile Stirner’in Egoistler Birliği arasındaki benzerlik açıktır. Ama burada açıklanması gereken bir fark var. Liberalizm, devletin topluma ve ekonomiye müdahale etmemesinin, bireysel çıkarların ortak refahı arttırması ve toplumsal uyum için yeterli olacağını söyler. Spencer’ın deyimiyle: “Devletin veya herhangi bir otoritenin müdahale etmediği durumda toplum, insan çıkarlarının kendiliğinden uyumunu içeren bir organizmaya dönüşecektir.” Oysa Stirner için devletin müdahalesinin ortadan kalkması yeterli değildir. Siyasal yada sosyal yada ekonomik olsun herhangi bir bileşiklik Ego’nun dışında gelişen yapay bir süreç olduğundan, birey üzerindeki tahakküm ve dayatmacı kurallar biricik Ben’in yaşamını tehdit etmeye devam edecektir. Daha geniş bir ifade ile, her topluluk kendini ne üzerine yerleştirirse yerleştirsin bireye zorla bir görev yüklemeye devam edecektir. Örnek olarak zenginleşmeye çalışan bir topluluk bireylere hedef olarak zenginlik için çok daha fazla çalışmaya, tasarruf yapmaya yada tüketmeye çağıracaktır. Bu bireyin üzerinde bir külfettir. Birey kendisini zenginleşmek için topluma kurban etmektedir. Bu kendini feda etme biçimi bireylerin her toplulukta karşılaşacakları bir yaşam şeklidir. Bu yüzden, Stirner’e göre her toplumun ister devletli ister devletsiz, ister müdahaleci ister ‘ultra-minimal devlet’ olsun bireyin üzerindeki boğucu kuralları ve yaşamı düzenleyici âdetleri olduğundan bahseder ve Ego’nun üzerinde otoriter ve baskıcı yapısı nedeniyle toplumun asla kendiliğinden çözülemeyeceğini söyler.
Böylece toplum liberallerin dediği gibi kendiliğinden bireyin denetimi altına alınamaz. Onun (toplumun) her zaman kendine ait bir mantığı, insafsızca icra ettiği kendine ait bir gündemi vardır ve kısa zamanda, temsil etmeye niyetlendiği bireyin özgür iradesine karşı hale gelir. Netice de Ego’dan üstün bir güç olmaya devam eden toplum’un yerine sadece Egoistler Birliği geçer. Stirner bu farkı şöyle açıklar: “ Egoistler birliğine tüm gücünü, yeteneğini getirirsin ve kendini değerli yaparsın; bir toplumda ise çalışma gücünle birlikte kullanılırsın; biricisinde egoistçe yaşarsın, ikincisinde insanca, yani ‘bu efendinin vücudunda bir organ’ olarak; toplumda, sahip olduğun her şeyi topluma borçlusun ve ona yükümlülüklerle bağlısın, ‘toplumsal görevler’ tarafından zaptedilmişsin, -Egoist Birliğini ise kullanırsın ve daha fazla kullanma olanağı olmadığını gördüğünde görev ve bağlılık duygusu olmadan ondan vazgeçersin. Eğer toplum senden fazla ise, demek ki senin için kendinden daha fazladır; oysa bir birlik senin aracındır veya doğal gücünü daha da pekiştirmeye ve arttırmaya yarayan bir kılıçtır; birlik senin için ve senin aracılığınla var olur; kısaca, toplum kutsaldır, birlik ise senin kendinindir; toplum seni tüketir, sen Egoistler Birliğini tüketirsin.”
Devlet ve toplum olmadığında, yerlerine ‘Egoistler Birliği’ geçer. Egoistler Birliği, toplumun, bireye yüklediği görevler ve ahlaki kodlardan ayrı olarak, bireylerin birbirlerine karşı nasıl hareket edeceklerini belirledikleri karşılıklı çıkar ilişkiler bütünüdür. Stirner, devletin ve toplumun ortadan devrimle kalkmayacağını muhafazakar-liberal bir söylemle dile getirir. Stirner’e göre Egoistler Birliği ancak Biricik Ben’lerin isyanları ile kurulur. Fakat bu isyan, bildiğimiz anlamda ayağa kalkıp, yakıp-yıkmak değildir, düşünsel bir yeniden doğuştur birazda yetkin bir değerlendirmedir. Devrim düşüncesi ise, Stirner’e göre, bir güçün yada sınıfın bir başka güç ve sınıf tarafından gasp edilmesidir. Stirner, devrim ile beraber değişenin iktidardakilerin ismi olduğunu ama ego üzerinde sinsi düşüncelerin hiçbir devrimci güç tarafından değişmeyeceğinden, bir çok özgürlükçü filozofla hemfikirdir.
Oysa, Stirner; “isyan, benim ilişkim olarak, toplumdaki yükümlülüklerden ayrı, kişisel çıkar ilişkisidir”, derken. Adam Smith’in ortaya koyduğu bireysel çıkarların, başka bireysel çıkarlarla beraber muazzam olarak kaynaştığı bir işbölümü dünyasıyla aynı şeyi paylaşır. Bu toplumdan ve devletten farklı bir yaşam formudur. Stirner, bu açıdan, liberteryenlerle bir düşünür. Ama Anarko-kapitalistler her şeyi ekonomiye endekslerken, Stirner, Ego’nun ilgilendiği her şeyi çıkar ilişkisine dönüştürür. İsyan, böylece devrimden daha fazla bir güç olarak, devleti ve toplumu değil bireyin zihinlerini de teslim alır. Karşılıklı çıkar ilişkileri, toplumun tüm kurumlarına yayılarak, bütün ahlaki ve toplumsal yükümlülükleri yerle bir ederek, yeni bir yaşam formu doğurur. Stirner, böyle bir toplumda, rekabetin ve çıkarın Ego’ların yaratılışında büyük bir rol oynadığı söyleyerek, liberallerin hep bahsettiği ‘kendiliğinden düzen’in en aşırı ama mantıksal finali olan ‘gerçek ilişkiler’ yaşam formunu ‘Egoistler Birliği’nde görür.
Stirner, ‘başkalarıyla birleşmenin kendi refahları için en iyisi olacağını anlayan’ ego’ların, piyasa sisteminin en önemli itkisi olan fayda-maliyet ilişkisini bütünüyle onaylar. Öz-çıkarını kollayan, acıdan kaçınan ve maliyetleri düşürmenin hesabını yapan birey, Stirner’in egoistler birliğinde görmek istediği tiptir. Yalnız, Stirner, dini ve ahlaki bir geçmişi olan Weber’ci kapitalist etiğe şiddetle karşıdır. Durmaksızın çalışan, çileci bir hayat süren ve parasını yastık altı yapan Kapitalistlere şiddetle karşı çıkar. Ve onları sahip olduklarını, kendilerinden daha fazla sevdiklerinden dolayı Biricik ben olamamışlar olarak görür ve onları, bu hayat biçiminden döndürmek için sayfalarca dil döker. Zevk almanın, kendi ihtiyacın neyse onu kazanmanı ve geri kalan hayatını sakin bir ortamda soluk almak için kullanmak olarak gören Stirner için, daha fazla mâl elde etmek daha fazla sahip olmak anlamına geleceğinden kazandığımız nesnelerin bizi hayat boyu rahat bırakmayacağında ısrarlıdır. Kişi kendi emeğinin meyvelerinden yararlanamadığı sürece zenginliğin bir anlamı olmadığı konusunda bireyleri uyarır. Ego ve mülkü kitabında Stirner, Ego’nun sahip olduğu şeyin kendi mülkü olduğunu ve sahip olduğumuz şeylerin bize sahip olmamaları konusunda tekrar uyarır.

MÜLKİYET HERKESE AİT KUTSAL BİR HAK DEĞİL, BEN'E ÖZEL BİRİCİK OLANDIR.

Stirner, sosyalizmin baş düşmanıdır. Çünkü, o, sosyalizmi ortak mülkiyeti destekleyen bir sistem olarak görür. Stirner’e göre; bir şeye ortaklaşa sahip olunması, o şeyin mülkiyetinin ortadan kalkması demektir. Mülkiyet bireyselliğin somut ifadesi ve doğal sonucudur. Başka bir deyişle, mülkiyetin niteliğini belirleyen bireyselliktir. Stirner’in kendi ifadesiyle, “Mülkiyet benim olandır”; eğer o, hangi güç tarafından olursa olsun benim elimden alınmışsa…demek ki mülkiyet yok olmuştur.”
Stirner ortak mülkiyete saldırır. Stirner öğretisinde mülkiyetin bireysel karaktere sahip olması, biricikliğin(özgürlüğün yada kendiliğin) gerçekleşmesinin mülkiyete bağlı olmasına işaret eder. Oysa sosyalizmin özgürlük anlayışı ‘toplumsal özgürlük’ olduğundan, sosyalizmin tasarısı, bireyselliği ve doğal olarak mülkiyetin ortadan kaldırılmasıdır. Sosyalizmin hedefi, toplum olarak ‘herkes’tir. ‘Herkes’ten yaratılmış bir hayalet olarak sosyalizm’, mülkiyeti ortaklaşa kullanarak aslında hiçbir şeyi elde edememektir. Mülkiyet ortadan kaldırılamaz sadece mülkiyetin meyveleri toplum adına paylaştırılır. Benim olan, devletin olmuştur. Benim olan toplumun olmuştur. Özel mülkiyet, devlet mülkiyeti olmuştur, o kadar. Mülkiyet sadece kendi ismine bir ön sıfat almıştır. Mülkiyet biricik olarak benim yada senin olmadan, özel yada kamusal bir kurum olarak devam ettiği sürece, şeklin anlamı Ego’yu tutsak almaktır. Stirner’e göre sosyalizmin eşitlikçi görüşü, bireylerin eşit isteklerle doğduğu, herkesin eşit derecede sevilmek ve korunma ihtiyacı içinde olduğu düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Sosyalizm, bu düşünceden hareketle insanların eşit derecede çalışması gerektiği, ‘eşit çalışmanın insanları eşit hazza götüreceği” sonucuna varmaktadır. Sosyalizminde bireyler birbirleri için çalışan, birbirlerinin ihtiyaçlarını ve zevklerini karşılamak için çalışan sefil süprüntülerdir. Liberal bir toplumda, birey, insan kardeşlerinin ruhu olarak eşit hak ve özgürlüklere sahipken, sosyalist bir toplumda birey, sefil bir kalabalık olarak emek düzeyinde yani çalıştığı oranda eşit olur. Stirner, sosyalist toplumu şöyle dile getirir: “En üstün malik karşısında(devlet) eşit sefiller oluruz…Hep birlikte sefiliz, komünist toplumun bütünü olarak kendimize sefil bir kalabalık diyebiliriz.” Stirner’e göre sosyalizm işte bu yüzden imkansızdır.
‘Herkes’ mülkiyete sahiptir yada ‘herkes’ mülkiyet edinmek için doğal bir hakka sahiptir demek arasında, Stirner, bir fark görmez. İlki sosyalizm, ikincisi liberalizmdir. Bu toptancı zihniyet, Stirner’e göre Ego’nun mülkiyete yani kendisine sahip olamayacağını söylemektir. Liberalizm; ‘Herkes’ mülkiyete sahip olabilir derken, sosyalizm; ‘herkes’ mülkiyete sahip olmalıdır, der. Ama Ego, biricik ben olarak zaten kendisine sahip ise, nasıl olurda, liberalizm ve sosyalizm Ego’yu genel için yada genel adına kullanmaya devam eder. Stirner, keskin zekasıyla bunu açıklar, mülkiyet yani kendime sahip olmak adına mülkiyet, bir başkasına devredilemez. Bu yüzden, mülkiyet doğal bir hak olarak herkese aittir demek, mülkiyet yoktur demektir. Diğer eşanlamıyla, herkes her şeye sahip olmalıdır yada olabilir demek, birer hayaldir. Kimse böyle bir şeye sahip olamaz sadece birer hayal olarak genel adına kendi mülkümüzü kullandırtırız ve aslında sadece ego’nun olan değerinden bir parça kopartırız.
Stirner’in ifade etmek istediği şey, liberalizmin ‘mülkiyet hakkı’ dediği şeyin aslında bir yanılsamadan ibaret olduğunu söylemektir. Devlet tek güç sahibi olarak maliklerin malikidir. Sahipliğin asıl kaynağı, kişisel mülkiyetin korunması ve kollanması ise, jandarma yada polis görevi gören güçün aslında her şeye güç yetirmeye sahip olduğu anlamına gelir. Yani devlet, kişisel mülkiyeti korumak adına gönüllü olarak değil de, zorla mülkten bir pay istiyorsa (vergi), kişisel mülkten söz edilebilir mi? Veya kişisel mülkün kullanım hakkı bireyin tasarrufunda sınırsız bir hak değilse mülkün kişiselliğinden bahsedilebilir mi? Stirner bu argümana dayanarak mülkiyetin neden olmadığına dair iyi bir ipuçu verir: “Devlet varsa, mülkiyet yoktur.”, “Devlet yoksa ve toplum varsa, gene mülkiyet yoktur.” İkinci önermenin üzerinde fazla durmadan devlet sorunsalını incelemeye devam edelim. ‘Devlet varsa, mülkiyet yoktur’ düşüncesinden, Stirner’in çıkardığı sonuç; devletle mülkiyet arasındaki ters orantıdır. Özel Mülkiyet, devlet’e göre bireyin kendi değerini egoist bir amaca hizmet etmek için harcayabileceği sınırsız hakimiyet alanıdır. Oysa devletin rızkı olan mülkiyet, bir özgeci yada kendi kendini feda etme durumu olmadan devlet veya toplum bir kurum yada organizasyon olarak yaşayamaz. Devlet, bireyin istekleri dışında belirlenmiş bir değer olarak ‘toplumsal değer’, ‘sosyal adalet’ ve ‘kamu yararı’ için bireyleri kendilerinin dışında bir faydaya hizmet etmeleri için köleleştirir. Genel yarar için çalışırken yarış halinde olan bireyler, toplumun ve devletin zenginleşmesi karşılığında kendi paylarına düşecek sözde daha fazla geliri geri alabileceklerini düşünürler. Oysaki, devlet ve toplum, asla bireylere onların kurdukları hayalleri gerçekleştirebilecek imkanı ve serveti onlara vermeyecektir. Baldırı çıplaklığı paylaşmak insanlara, zenginliği ve sefahati sürmek topluma ve devlete ait olacaktır. Devlet ve toplum; mülk sahibi, servet sahibi ve güç sahibi oldukça birey mülksüzleşir, fakirleşir ve köleleşir. Stirner, komünistlerin ve sosyalistlerin barışçıl rüyalarına işte bu yüzden inanmaz.
Liberal ekonominin bütün çıkarsamalarına gizli bir saygı besleyen, Stirner, klasik liberallerin yolundan giderek, devlete bütün gücüyle çatar ve der ki: “[Devlet]…insanların birbirleriyle doğrudan ilişkide bulunmalarına tahammül edemez. Arada arabulucu olarak bulunmak, araya girmek, müdahale etmek zorundadır. Devlet, insanı insandan, kendisini araya bir ‘hayalet’ gibi koyarak ayırır.” Çünkü, devlet, her zaman ekonomik yaşama müdahale etmektedir. Ücretleri ve fiyatları düzenlemekte, çalışma saatlerini kurallara bağlamakta, üretim sürecini istediğinde durdurabilmekte, tüketime yasaklar getirebilmektedir. Devletin, bu karışma sorunu nereden kaynaklanmaktadır? Stirner tereddüt etmeden, yanıtını söyler. Devlet canavarının tek besin kaynağı zenginlik ve bu sömürünün devamını garanti altına almak için zenginliği korumaktır. Devletin alakası mülk sahibi olan bireylerin daha fazla kendisini besleyebileceği gerçeğidir. Bu nedenle, devletin mülkiyet konusundaki yakın ilgisi ve hassasiyeti, bireylerin zenginliği ve mülkü için değildir, kendi refahı ve değeri içindir. Devletin çıkarı aslında bir egoistin çıkarından farklı değildir ama devlet bir soyutlamadır, Biricik Ego olarak Ben ve Sen ise somut olanızdır. Bu yüzden ego’nun değeri gerçek, devletin ürettiği değer geçersizdir.
Stirner, liberal ekonominin tek başına gerçekleri kavradığını ama neden hâlâ liberal etiğin ve siyasetin, özel mülkiyetin devletli bir toplumda korunacağında ısrar ettiğine bir anlam veremez. Liberalizm’in en büyük yanılgısı, mülkiyetin yasaların izin verdiği kadar yada adaletin aracılığıyla sahip olunacağı konusundaki ısrarıdır. Başka bir deyişle, devlet, mülkiyeti bir dereceye kadar vatandaşlarıyla paylaşır ve istediği zaman onları bu haktan mahrum eder. Ortalama insan, eğer bir mülkü varsa, başkalarının mülkünden parça parça koparılmış bir mülkün sahibi olduğunun, fakat bu mülkte, devletin isteğine göre yada koyduğu bir müddete kadar onda olduğunun farkında değildir. Birey bu yanılsamayla kendi mülkünün olduğuna ve iyi şekilde korunduğuna inandırılmaktadır. Devlet, böylece, bireylere kendini bağımlı kılar. Bireyin kendisini güler yüzle karşılar ve seni senden(ego’ndan) ve kendinden(devletten) koruyacağına dair benle yada senle sözleşme yaptığını bize inandırır. Bu öyle bir sözleşmedir ki; yurttaş olarak birey eğer devlete itaat etmekte bir an duraksarsa, özel mülküne el konur ama devlet bireye efendilik yapmak adına emir verdiğinde sözleşme düşmez. Bu sözleşme işte, Stirner’in üzerinde ısrarla durduğu noktadır; Biricik Ben haricindeki her şeyin gene biriciğin kafasındaki hayallerden başka bir şey olmadığı ifade eder. Kafamızdaki hortlakları bir tarafa bırakırsak eğer, ne sözleşme ne devlet kalır. Stirner’in deyişiyle: “ Bu mülkiyet, bir hak olarak, meşru mülkiyettir. Ama kendi hakkıyla elde edilmeyen bir mülkiyet, sanki bireyin gücü dışında elde edilmiştir. Somut olarak değil…bu yasalar tarafından elde edilen bir mülkiyettir, güvence altına alınmış bir mülkiyettir. Benden dolayı benimki değil, yasadan dolayı benimkidir”
Bu demektir ki, birey özgürlüğünü mülkiyete feda etmekte, mülkiyet bireye özgürlüksüzlük getirmektedir. Bireye kölelik getiren mülkiyet ‘kişisel’ veya ‘özel’ mülkiyet olarak nitelendirilemez. Mülkiyet, Stirner’in görüşüne göre, bireyin özgürlüğünün somut ifadesi, ego’nun ayrılmaz bir parçasıdır. “Mülkiyet, bireye ona şarta bağlı olmaksızın sahip olduğu zaman bireyin mülkiyeti, egoist mülkiyet olur ve birey yalnızca şarta bağlı olmayan bir ego olduğu zaman gerçek mülkiyete sahip olur.” Başka türlü, mülkiyet ya ilahi bir varlığın, ya devletin yada toplumun olur.

SOSYAL HAREKETLİLİK OLARAK REKABET DEĞİL, KENDİ ZEVKİM VE KENDİ YARARIM İÇİN REKABET

Rekabet, Stirner’e göre; Ego’nun kendisi olması yolunda yapılan sınırsız hareketlerdir. Oysa liberal rekabet anlayışı, liberalizmin karşı olduğu müdahalecilik anlayışını içerir. Devletin yasalarına itaat etmeyen rekabet edemez demek, açık bir müdahaleciliktir. Yurttaş olarak birey, içinde bulunduğu toplumda ve devlette ancak kendisi olma yolunda sınırlı bir özgürlüğe sahiptir. Liberal rekabet, devlet içinde rekabettir.
Stirner’e göre böyle bir rekabet olamaz. Thomas Hobbes’un “herkesin herkesle savaşı” diye isimlendirdiği doğal rekabetçi toplumumda hükümdar bu savaşın dışında tutulmuştur. Hobbes’un yanıldığı nokta işte burasıdır. Herkesin herkes ile savaşımında, herkes yönetilenlerdir. Hükümdar olarak devlet, rekabetin dışında tutulmuştur. Gerçek olan bu değildir. Hükümdar gözetiminde rekabet eden yurttaşlar, sahte bir rekabet içindedirler. Çünkü, devlet, rekabet etmeyecek kadar güçlü ve iktidar sahibiyken, yurttaşların rekabetini yönlendirecek ve yönetecek kadar da rekabet üstü bir tirandır. Stirner’e göre; liberal devlette rekabet, böylece tam ve mutlak rekabet değil, oligopol ve yarım rekabettir. Sınırlı devlet, kanunlar çerçevesinde rekabete izin vererek, bireyin kendisi olma yolundaki sürece sekte vurur. “Bu nedenle, liberalizmde sadece Hıristiyan düşüncesinin, bedensel beni, Ahmet’i yada Mehmet’i küçümseme/yok sayma tavrının devamını buluruz.”
Peki, bireyler ne için rekabet etmektedirler? Mülkiyet ve servet uğruna. Ama bireylerin uğruna ter döktüğü, daha çok çalışarak birbirlerini geçmeye çalıştığı ve daha fazla mülkiyet ve servet elde etmek için giriştikleri bu mücadelenin meyveleri aslında devletindir. Devlet, bireylerin elindeki mülkü ve serveti istediği zaman alabilecekse, bireylerin harcadıkları enerji boşuna bir iştir. Tiran olarak devlet, rekabet etmez. Rekabet ederek hiçbir yurttaş, devletin makamını el koyamaz ise, o zaman, bireylerin bütün çabaları bir hiçtir. Devlet kurumu iflas etmez, çünkü o herkesin herkesle savaşımında yoktur. Devletin (iktidarın) ölümsüzlüğü işte bu yüzdendir. O yüzden, Ben yani Ego, devlete düşmandır.

SON ÇÖZÜMLEME: STİRNER’İN MANTIKLI VE BİREYCİ LİBERTERYANİZMİ

Devlet’in üstesinden gelmenin tek yolu, Stirner’e göre devrim değildir. Çok basit bir plandır. Emeğimizi çektiğimiz zaman devlet kendiliğinden ve barışçı bir şekilde düşecektir. “Devlet, emeğin köleliğine dayanır. Eğer emek özgür olursa Devlet kaybolur.” Stirner, kapitalist ekonominin varsayımlarını birey varoluşunun her yönüne uyguladı ve kapitalist kurumlardaki en mantıklı yanları alıp gündelik hayatın içinde yeniden üretti. Stirner’in devletin kayboluşunda baş rol verdiği emeğin devlet kurumlarından çekilmesini J.B. Say’in eserlerinden ve Adam Smith’in Ulusların Zenginliği adlı kitaplardan devşirmişti.
Devletin ve toplumun, bireyin kendi benzersizliğine çekilmesi halinde çözüleceğini söyleyen, Stirner. Toplumsal çatışmanın ve şiddetin Egoistler Birliğinde nasıl azalacağını açıklarken, mantıklı bir kapitalist gibi konuşur. “Başkalarıyla birleşmenin kendi refahları için en iyisi olacağını anlayan, benciller, kendi öz çıkarlarını koruyup kollamak adına ince hesaplara gireceklerdir. Çatışma ve şiddet, öz çıkarlarımıza karşı bir fayda sağlamayacağına göre diğer bireylerle gönüllü anlaşma yapmak kendi bencil doğamıza karşı değil, gene bencilce davranmaktır… aşk, ticaret, dostluk, evlilik gibi insan ilişkilerinde Stirner, egoistlerin kendi doğalarını koruyarak, bütün öteki-ego’lara karşı yaklaşımını bencilce bir alış-veriş olarak temellendirdi. Merhamet, acıma, haz ve iyilik gibi duyguları bile ‘senden bana ne kadarsa benden sana o kadar’ olarak karşılıklı olma gerekliliğinin altını çizdi. ‘Hiçbir şeyin bedava olmadığını, kazanılabilir ve satılabilir’ olduğunu, 1844 gibi erken-kapitalist dönemde dile getirebilecek kadar kahinliği bulunan Stirner, komünist bir devletin bireyi kesinlikle köleleştireceğinden şüphesi olmadığını söyleyerek aslında bir manipülasyoncudan çok, dünya’yı iyi yorumlayan bir filozof gibi konuşuyordu. Bilindiği üzere 1844’e, yani, Ego ve Mülkü yazana kadar ki sürede Marx ve Engels’in iyi bir dostu olan Stirner, kendisini Sol-Hegelci olarak görüyordu; liberal devlet’in diğer bütün devlet türlerinden daha özgürlük getireceğini kitabına yazacak kadar da dürüsttü. Stirner fikirlerinin ne kadar derin ve keskin bir doğruluk taşıdığının ispatı ise, devletin ve toplumun peçesini kaldırarak aslında bireyin, kendisinden öte değerli bir şey olmadığını vurgulamasıydı. Ego hariç diğer herhangi bir bütünlük ve sabit fikir, bireyin kafasının içinde yarattığı çarklar olduğunu parlak bir biçimde betimlediği kitabında, şöyle der: “Çünkü, tek gerçek şey ego’dur ve bu ego benzersiz olduğu kadar örneksizdir. Bu yüzden bir liberal kimi kendine eşit görür? İnsanı !...Ahmet olarak ona eşit olamazsın, çünkü o, Ahmet değil, Mehmet’tir; insan olarak ise onunla aynısın diyerek, liberal devletin de aslında seni yani bireyi yok sayma olarak hak ve özgürlükler adına Biricik Ego’yu başka soyutlamalarla eşitlemeye kalkışmış olmasıdır.” Bu liberalizmin geleneksel amacıdır. Böylece Stirner’in, özgürlüğü ve bireyciliği gerçekleştirmeye en yakın olarak gördüğü Liberal devleti bile bireyin kendi varoluşa karşı yeni bir tahakküm şekli olduğu konusunda şüphesi kalmaz.
Hiyerarşinin köklerini, düşüncelerin ve zihniyetlerin hakimiyeti olduğunu kavrayan, Stirner, bir entelektüel olarak, modern dünyanın bizzat soyutlamalara tapınma zamanı olduğunu işaret eder. Hayaletler ne kadar gerçekse, kafamızda yarattığımız soyutlamalarda o kadar gerçektir, derken, Stirner bütün insani psikolojimizi ve ahlaki hoşnutluğumuzu derinden sarsar. Sabit fikirler, Ego’yu kendi dünyasına o kadar yabancılaştırmıştır ki; devletin ve toplumun otoriter gizeminden ve bireyin varoluşundan kendisini koparacak kadar nüfuz sahibidir. ‘Hiçbir şey benden daha önemli değildir”, sözüne inanan Stirner, güçlü bir birey savunusuna bu yüzden kalkışır. Stirner’in kavramı Ego ve onun mülküdür. Bu düşünce ilkin kendini kanıtlama ve bilinçli bir çıkar ilişkisidir. Bütün bireylere, kendilerine kendilerini unutmama çağrısı yaparak: ‘Benim için kendimden daha önemli bir şey yoktur!” ve bu özgün durumu kullanarak bireyin amacının her şeyden önce hayattan zevk alması gerektiği öğütler. Bu yüzden Stirner, Egoistler Birliğinde kendisine yol gösterici bir kutup yıldızı rolü biçerek (ve herkes için bu rolü biçer), aslında bir bencil olarak da başkalarının hayatına karşı sorumsuz kalamaz. Umursamazlık, Stirner’e göre değildir. Stirner, teşvik ederek, sessiz kalmayarak ve tavsiyede bulunarak bir bilinci işaret eder. “Herkes kendisi içindir ama benden sonrası tufan” mantığını savunmayan bir egoizmi içeren Stirnerci mantık bize harika bir biçimde gerçek dünya’yı hatırlatır: “Dünyayla ilişkim, benim ondan yararlanmamı, dolayısıyla da onu kendi zevkim için tüketmemi içerir… ve sen! Neye ihtiyacın varsa al ve bırakma!”
Max Stirner, bireyci liberteryanizmin en mantıklı formunu savunur. Egoistler Birliği, Ego’nun tutkularına ve isteklerine göre şekillenmiş bir yaşam formu olarak, bireyin herkes ve her şeyle olan ilişkisine göre tatmin sağlar. Egoistler Birliği, giriş ve çıkış özgürlüğü bakımından serbest piyasanın argümanına yüzde yüz uyar. Kendiliğinden oluşmuş bir doğal topluluk olarak, Hayek’in ifadesine göre Cosmoscudur. Rothbard’ın Anarko-kapitalizmi ile tamamen aynı yönde ilerler. Nozick’in ütopyasında aynı paralellikte bireyci süreci işletir. Ve belki de en ilginci 19.yüzyılın bütün ütopyacılarında görülen para’nın ortadan kaldırılması fikrine şiddetle karşı çıkarak, para’nın devletin aracılığından çıktıktan sonra bireyin gücünü bir değer olarak göstermesi bakımından, Egoistler Birliğinde hareketliliğin sağlayıcısı ve dinamik bir yaşamın en büyük güvencesi olarak görür. Özetlersek, Stirner, mantıklı bireyciliğinde oldukça liberteryandır; özel mülkiyeti, piyasa ekonomisi örgütlenmesini, serbest paracılığı ve egoizmi savunarak, yeni bir hayat şekli sunar. Kızlar akademesinin ürkek ve anlaşılmaz öğretmeni, klasik liberallerin salt kendi argümanlarını kullanarak onları en güçlü olduğu noktadan tedirgin etmeyi başarmıştır. Stirner, Biricik Ben’in üzerine yeni bir dünya var eder ve bu dünyada bireylere kendilerini kanıtlama çağrısında bulunur. Tutarsızlıklar denizinde boğulmakta olan liberalizme, bir egoistin yapacağı en iyi teklifi sunar: Biricik-Ben’den daha önemli olmayan bir liberalizm...

Hiç yorum yok: